21 Mayıs 2011 Cumartesi

DÜNYADA FİNANSAL KRİZ

Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan finansal dalgalanma büyük ve gelişmiş bir ekonominin bankacılık sistemini geçmişte örneği olmayan bir şekilde sıkıntıya sürüklemiş , başta denetleyici ve düzenleyici kurumlar olmak üzere herkesi nerede hata yapıldığı konusunda düşünmeye yöneltmiştir. Subprime mortgage kredilerde geri ödemelerde yaşanan sorunlarla ortaya çıkan finansal dalgalanma , çok hassas dengeler üzerine kurulu ve birbiriyle ilişkili ABD piyasalarında büyük etki yaratmıştır. Mortgage kredilerine dayalı menkul kıymetler ile kredi türev ürünlerinin risklerinin yanlış ölçülmesi kimi zamanda finansal mühendislik teknikleri kullanılarak ölçülemez hale getirilmesi akabinde denetleyici yapının eksiklikleri finansal kurumları etkilemiş ve mortgage kredi krizi olarak adlandırılan durum küresel bir likidite krizine dönüşmüştür.

ABD orijinli bu krizi tam olarak anlayabilmek için , ABD mortgage piyasasına ve de bu piyasanın aktörlerine kısaca değinmek gereklidir.



ABD MORTGAGE PİYASASI



Basit olarak sistem , bankaların menkul ya da gayrimenkul malların teminat gösterilmesi karşılığında konut edindirme için tüketiciye sağladığı kredi sistemidir. Kredilerin en önemli özelliği uzun vadeli olmasıdır. Kredilerin uzun vadeli olmasını sağlayan finansman sistemi ikincil piyasalar denilen gayrimenkullerin menkul hale getirilerek mali piyasalarda mübadele aracı haline getirilmesi ile ilgilidir.



MORTGAGE SİSTEMİ İŞLEYİŞİ



Mortgage sistemi şu şekilde işlemektedir.

a- Pirincil Piyasalar : Tüketici – Banka / Diğer Finansman Kuruluşları

Tüketici almak istediği konutu belirleyerek bankaya başvurmakta , banka konut ile ilgili çalışmalarını yapmakta ve ekspertiz raporu hazırlanmaktadır. Ekspertiz çalışmaları yapıldıktan sonra konut bedelinin bir kısmı tüketici tarafından ödenmek koşulu ( % 25 ) ile banka tarafından satın alınmaktadır. Konutun mülkiyeti tüketici üzerine verilmekte fakat tüketicinin aldığı kredi karşılığı olarak da konuta ipotek konulmaktadır. Konut bedelinin kalan tutarı uzun vadeli taksitlere bölünmektedir. Bankacılık açısından taksit tutarının bölünmesi ve tüketicinin güvenirliği açısından bu taksit bedelleri ile tüketicinin aylık sabit geliri arasında belirli bir oran sınırı konulmaktadır. Bu oranlar değişmekle birlikte , taksit tutarının tüketicinin gelirinin % 30 ‘ununu geçmemesi bankacılıkta genel kabul gören bir kriterdir. Bu aşamada , tüketici sabit faiz ya da değişken faizli kredi arasında tercih yapabilmektedir. Bu alan , birincil piyasa diye adlandırılan tüketici ile banka ya da diğer kredi kuruluşları arasında geçen ticari ilişkiler alanıdır


Bu noktada akla doğal olarak şu gelmektedir. Bilindiği üzere , bankacılık sektöründeki krediler ( 1) Banka sermayesi , ( 2 ) Mevduat hesaplarından verilmektedir. Bu nedenle , kredilerde yatırımcıların yatırdıkları mevduatların vadeleri ile tüketiciye verilecek kredilerin vadelerinin denkliği önemli bir unsurdur. Bankanın finansman dengesi bu şekilde kurulabilmektedir. Uzun vadeli konut kredileri kısa vadeli mevduatlardan karşılanamamaktadır. Mortgage ise uzun vadeli bir kredi sistemidir. Bu durumda ne olacaktır ? İşte ; finans sisteminin inovatif buluşu ‘’ ikincil piyasalar ‘’ bu aşamada imdada yetişmektedir.

b- İkincil Piyasalar : Banka – Yatırımcı / Aracı Kurumlar

İkincil piyasalar denilen ipoteklerin diğer yatırımcılara menkul değer olarak pazarlanması ise sistemin diğer kredi sistemlerinden ayrılmasının sebebidir. Bu aşamada alınan ipotekler aracı kurumlar ya da doğrudan olmak üzere yatırım amaçlı yerli yabancı yatırımcılara uzun vadeli olarak satılmaktadır. Bu sistem şu şekilde devam etmektedir :
Konut üzerine ipotek konulduktan sonra , banka tarafından konut bedeli tutarında menkul kıymet çıkarılmaktadır. ( Tahvil , bono , ya da fon ) . Bu menkul kıymetler sistemin nasıl yapılandırıldığına bağlı olarak ya doğrudan yatırımcıya uzun vadeli olarak satılmakta ya da yatırımcı ile banka arasında kurulacak bir ipotek finansman kuruluşuna satılmak suretiyle nakite çevrilmektedir. Bu şekilde gayrimenkul malların menkul hale getirilerek ihracı ve dolaşımı kolaylaştırılmaktdır.

Genel olarak ABD mortgage sistemine baktıktan sonra , bu piyasanın diğer önemli noktalarına göz gezdirmeye devam edelim.

Yine bilindiği üzere , bu kriz öncelikle Subprime mortgage piyasalarında başlamıştır.

Nedir bu ‘’ Subprime mortgage ‘’ ?

ABD de kredi müşterileri genel olarak Prime ve Subprime olarak ikiye ayrılmaktadır.
Prime müşteriler yeterli gelire ve iyi kredi siciline sahip kişilerdir. Subprime müşteriler düşük gelir grubuna aittir. Ne gelir durumları ne de kredi kapatma huyları iyidir. Bu nedenle , prime müşterilerin alabildiğinden daha az kredi alabilirler , onlardan daha yüksek faiz öderler. Subprime , krediyi alan için de veren için de risklidir. Çünkü , faiz oaranı yüksektir , alıcının kredi sicili yüksektir ve bu tür alışverişlerde bir sürü usulsüzlük dönebilir.



Yatırım Bankaları



Bunlar farklı kaynaklardan gelen borçları şirketler için düzenleyen ‘’ brokarlar ‘’ gibi hareket ederler. Aynı zamanda sanayicilere mali tavsiyelerde bulunur ve yeni hisse senedi çıkararak yeni sermaye sağlamaya çalışan firmalara yardımcı olurlar.
Başlıca uzmanlık alanları , uluslararası ticaretin ve sermaye hareketlerinin finansmanıdır.
Döviz piyasasında önemli ölçüde iş yaparlar . Mevduatlarının büyük kısmı döviz cinsindendir.


Yatırım bankalarına aynı zamanda ‘’ toptancı bankalar ‘’ da denilmektedir. Bunun sebebi endüstriden ve öteki mali kurumlardan büyük ölçekte mevduatlar alıp , onlara yine büyük ölçekte borçlar vermeleridir. Lehman Bothers , Goldman Sachs , Merril Linych bu kategoride yatırım bankalarıdır.



Hedge Fonlar



Hukuki olarak tanımlanmamış olsa da , özel kuruluş kapsamında olan , profesyonel yatırım uzmanlarınca yönetilen ve kamuya tam olarak açılmayan yatırım havuzlarıdır. İlk serbest fon Şubat 1949 da kurulmuştur. Serbest fonun yatırımcı profili gelir seviyesi yüksek ( 1 milyon dolar ve üzeri ) bireysel ve kurumsal yatırımcılardır. Serbest fon sahipleri genelde fonda pay sahibidirler.

Serbest fonlar sınırlı ortaklık ya da sınırlı sorumlu şirketler olarak kurulur ve çoğu durumda merkezleri ABD dışındadır. Risk iştahının artmasına bağlı olarak denetim sorunu olan serbest fonlar , potföylerine mortgage ipoteklerine dayalı menkul kıymet ve türev ürünlerini dahil etmeleri nedeniyle finansal dalgalanmada önemli aktörler haline gelmişlerdir. Ayrıca , kriz döneminde denetimi yapılmayan , şeffaf olmayan serbest fonların da yer alması finansal piyasalarda ahlaki riziko ( moral hazard ) sorununu gündeme getirmiştir.



Kredi Türevleri



Kredi Temerrüt Swapları ( Credit Default Swap ) taraflar arasında iki ödemenin takasını kapsamaktadır. Bir tarafta CDS Ödemesi , diğer tarafta sadece kredi temerrüdünün gerçekleşmesi halinde yapılacak ödemedir. Bir araç olarak CDS , anlaşmaya konu olan varlığın temerrüde düşmesi halinde yükümlülüklerin karşılanmasını sağlar. Bu açıdan bakıldığında sigorta poliçesi olarak değerlendirmek mümkündür.



Teminatlandırılmış Borç Yükümlülükleri



( Collateralized Debt Obligations – CDO )

Varlıklardan oluşmuş bir havuza dayandırılmış kredi aracı olarak CDO ‘lar en yaygın kullanılan kredi türevlerinden biridir. Bir CDO ; kredileri , tahviller , mortgage kredileri , kredi kartları , tüketici kredileri gibi dayanak varlıkları bir araya getirir ve yatırımcıya sunar. Bu şekilde bir CDO risk profillerine göre kredi riskinin dağıtılmasına olanak sağlar.

Bir bankanın bilançosu ele alındığında kredi riskine haiz varlıklar dikkat çeker. Bankanın bilançosundan varlıkların bir kısmının riskini çıkarabilmek için CDS kullanılabilir. Ancak büyük bir borç havuzunun riski bilançodan uzaklaştırılmak isteniyorsa CDO kullanılacaktır.




HÜKÜMET TARAFINDAN DESTEKLENEN MENKUL KIYMETLEŞTİRME KURUMLARI




Fannie Mae : 1968 yılında kurulan , yarı kamu kuruluşu olan Federal Ulusal İpotek Birliği ( Federal Natioanal Mortgage Assocaiton ) için kullanılan kısaltmadır.
ABD Konut ve Kentsel Gelişim Bakanlığı ( US Secretary of Housing and Urban Development ) ile ABD Hazine Bakanlığı ( US Secretary of Treasury ) yönetmeliklerine tabii olarak faaliyette bulunan kurum , özel kişilerce özel bir şirket gibi yönetilmekte ve hisse senetleri New York Menkul Kıymetler Borsası’nda işlem görmektedir.

Fannie Mae belirli kural ve prensipler dahilinde sözleşmeye dayalı mortgage konut kredisi satın almaktadır. Her ne kadar Fannie Mae onaylı sertifikalar faiz ve anaparanın zamanında ödenmesine ilişkin olarak teminat altına alınmış olsa da , söz konusu teminat ayrıca ABD Hükümeti tarafından da desteklenmektedir

Fannie Mae sertifikalarının. Kredi kalitesinin AAA ‘ ya eşdeğer olarak değerlendirilmesi ne yetecek ölçüde güçlü bir taahhüt seviyesine sahiptir.


Freddie Mac : ABD’ de faaliyet gösteren İpotekli Konut Kredisi Kuruluşu ( Federal Home Loan Mortgage Corporation ) için kullanılan kısaltmadır. Freddie Mac 1970 yılında Amerikan Kongresi tarafından kurulmuştur. Bu kurum 1989 ‘da Fannie Mae gibi özel bir kuruluş olarak yeniden yapılandırılmıştır. Bu kurumun satın almada benimsediği kurallar Fannie Mae’nin benimsediği kurallara oldukça benzemektedir.

Freddie Mac’in iki farklı kredi satın alma programı bulunmaktadır.

( 1 ) Faiz ve anapara borcunun zamanında ödenmesini öngören Gold programı ile bağlantılı sağlanan teminatlar ve ( 2 ) faizin zamanında , anapara borcunun ise nihai olarak ödenmesini öngören standart Freddie Mac sertifikalrını destekleyen teminatlar.

Freddie Mac teminatı ABD Hükümetinin doğrudan desteğine sahip değildir. Ancak Freddie Mac ABD Hükümetinden güçlü zimni bir taahhüt içermektedir ve Freddie Mac sertifikaları aynen Fannie Mae sertifikaları gibi AAA kredi notuna haiz yatırımlarla eşdeğer nitelikte olarak değerlendirilmektedir.

Monolinler : Finansal garanti veren sigorta şirketi olan monolinler , kredi kartları ya da mortgage kredileri gibi tek bir ürün üzerinde uzmanlaşarak , ürüne özel sigorta hizmeti veren finansal kurumlardır. Monoline kuruluşları , borcun anapara ve faiz ödemelerinin garantilenmesi karşılığında borç ihraç eden kurumdan sigorta primi tahsil eder.

Monoline kuruluşları , mortgage kredi piyasasında düşen konut fiyatları ve konut kredisi kullananların kredi riskleri sonucunda ortaya çıkan tenerrüdlere bağlı zararların tazminini sağlar. Monoline kuruluşlarının en önemli özelliği AAA gibi yüksek kredi notuyla derecelendirilmeleridir.



Özel Amaçlı Kurumlar ( Special Purpose Vehicle – SPV )



Özel Amaçlı Araç ya da diğer adıyla Özel Amaçlı Kurumlar ( Special Purpose Entity – SPE ) , kredi veren kurumun oluşturduğu alacak havuzunu satın alarak veya devralarak bunlara bağlı menkul kıymet ihraç etmek amacıyla kurulmuştur. Kredi veren kurumun bilançosunda bulunan varlıklarını menkul kıymet haline dönüştürüp , bunları doğrudan satması söz konusu olmamaktadır. Özel amaçlı kurumlar aslında varlıkları muhafaza etmek ve ilgili işlemleri yürütmek için kurulmuş birimlerdir. Yasal bir SPV limited ortaklık , sınırlı sorumlu şirket veya anonim şirket olabilir.

ABD ‘deki mortgage piyasası ve bu piyasadaki temel yapı / aktörler konusunda bu temel bilgiden sonra şimdi de krizin nasıl oluştuğu konusuna girebiliriz.

Belirtmiş olduğumuz üzere Subprime kredilerin yaygın olduğu sahalardan biri mortgage yani uzun vadeli borçla konut almadır. 2006 yılının sonundan itibaren ABD’deki Subprime mortgage işi yavaş –çekim bir krize girdi . İnşaat sektöründe aşırı arzın yarattığı balon patladı. Subprime borçluları borçlarını ödeyemez , bunlara kredi açanlar da zararlarını kapatamaz duruma geldiler. New Century Financial Corporation gibi büyük kurumlar kapılarını kapatmaya veya konkordato ilan etmeye başladılar. Bunun yarattığı korku , Türkiye dahil dünya borsalarında keskin düşüşler yaşanmasına neden oldu.

Kriz subprime pazarda patlak verdi ama bugün yaşadığımız çalkantının artık bu pazarla pek alakası yok. Aslında , çok rahatlıkla’’ bu kriz zaten sistemin genlerinde mevcuttu ‘’ şeklinde bir tez ortaya koyabiliriz. Çünkü , mortgage sistemi orta ve üstü gelir sahiplerine yönelik dizayn edilmiş bir sistemdi. Fakat , gün geçtikçe sistemde Subprime mortgage kredilerin payı aşırı şekilde arttı. Bir de , subprime kredilerine dayalı menkul kıymetlerin yerli yabancı yatırımcılara satılması da , bu piyasa bazlı oluşacak potansiyel krize zaten ‘’bulaşıcılık ‘’ özelliğini kazandırmıştı.

Dolayısı ile ABD mali sisteminin bir kısmında meydana gelmiş olan sorun piyasanın geri kalanına da bulaştı ve orasını da kirletti.

Yatırımcılar bir sahadaki riski hafife aldıklarını fark edince , diğer sahalardaki riski de yanlış değerlendirmiş olabileceklerini düşünmeye başladılar.

Acaba ellerindeki diğer yatırım araçları sağlam sandıkları subprime gibi çürük müydü ?
Ve iki şey oldu : ( 1 ) Riskli varlıkların fiyatları düşmeye başladı. Çünkü yatırımcılar ellerindeki diğer enstrümanlar konusunda da endişelenmeye , bunları da ellerinden çıkarmaya başladılar. ( 2 ) Bu gibi endişelerin duyulduğu zamanlarda hep olan bir şey yeniden olmaya başladı. Yatırımcılar kaliteye kaçmaya , yani ABD Hazine Bonosu gibi sağlam ama az getirili limanlara sığınmaya başladılar. Bir de güvenli başka bir liman sayılan bankalara da geri dönmeye başladı.

Bu arada azalan sadece özel şahısların risk alma iştahı değildi . Bankalarınki de azaldı. Bankalar kriz moduna girdiler. Krize karşı dayanıklıklarını arttırmak için kasalarında tuttukları para miktarını arttırdılar. ‘’ Ne olur ne olmaz ‘’ mentaletisiyle , eskiden interbank piyasasında ve kredi müşterilerine kullandıkları nakti likit olarak tutmaya başladılar. İnterbank piyasası kilitlendi , Merkez bankaları müdahele etmek zorunda kaldılar.

Bankaların şirketlere kredi verme konusunda daha titiz ve tutuk davranmaya başlaması krizi real sektöre bulaştırmaya başladı.

Krizin gelişim sürecini özetle ortaya kouduktan sonra , mortgage krizinin nedenleri konusuna girebiliriz.

1- Mortage Kredilerinin Yapısının bozulması

Faizlerin düşük olduğu dönemlerde artan risk iştahıyla kişilerin kredi geçmişine bakılmadan verilen subprime mortgage kredilerinde , faizlerin yükselmesiyle birlikte temerrüdler ve icra yoluyla satışlar artmaya başlamış ve bu durum karmaşık türev araçlarla finansal sistemde dalgalanmaya neden olmuştur.

Mortgage Bankalar Birliği tarafından 53,4 milyon adet mortgage sözleşme sayısı olduğu tahmin edilmektedir. Bu dağılıma prime ve subprime ayrımı ele alınarak bakıldığında bildirilen rakkamların % 87 ‘si subprime kredilere aittir.

NAHB endeksi konut sahiplerinin beklentilerini gösteren bir endekstir. Konut sahiplerinin 6 aylık dönem için konut fiyatlarındaki beklentilerini gösterir. Endekse göre konut fiyatlarında 2006 yılından itibaren düşüş beklentisi göstermektedir. Dikkat çeken nokta krizin bir yıl öncesinden düşüş eğiliminin başlamasıdır.

2- Faiz Yapısının Uyumsuzlaşması

Başkan Bush Yönetiminin özellikle düşük gelirli aileleri hedef alan konut edindirmeye yönelik politikaları nedeniyle her türlü esneklik sağlanması sonucu subprime ve değişken faizli konut kredilerinin sayısında artış olmuştur.


Ancak ABD Hükümeti tarafından desteklenen bu programlar çerçevesinde , her türlü yatırımın hükümet tarafından sağlanacağı düşüncesiyle yatırımcılar tarafından doğru bir planlama yapılmadan konut alımları gerçekleşmiştir. Bu çerçevede kullanılan konut kredilerinin de özellikle değişken faizli olan mortgage kredilerinin geri ödeme tutarları , faiz oranlarının artması nedeniyle oldukça yüksek düzeylere ulaşmıştır.
Örneğin 2005 yılında değişken faizli subprime mortgage kredisi kullanan bir kişi , bu kredilere tanınan ilk iki yıla ilişkin faiz ödemesini 2005 – 2007 Eylül döneminde yaklaşık % 3,75 faiz üzerinden yaparken , bu süre sonunda değişken faize geçtiğinde faizlerin % 5, 75 ‘ e çıkmasıyla birlikte mortgage kredisine ilişkin faiz oranının da yükselmesiyle kredi geri ödemelerinde güçlük yaşamıştır.

3 – Konut Fiyatlarında Balon Artışlar

Kısa vadeli dolar faizlerinin yükselmesiyle birlikte , sürekli yükselen konut fiyatları , 2006 yılında gayrimenkul piyasasında başlayan durgunlukla birlikte düşmeye başlamıştır.
Fiyatların daha da yükseleceği düşüncesiyle yüksek faizlere katlanan tüketiciler için beklentilerin tersine gelişmeler olmuştur.

Değişken faizli subprime mortgage kredilerinin piyasalar üzerinde baskı yaratmasının ardından FED tarafından faiz oranlarına müdahele edilmiş ve kısa vadeli faiz oranları düşürülmüştür. Ancak faiz oranlarının düşürülmesi mortgage kredilerinin taksit ödemelerini bir dereceye kadar indirmiş ama bu sefer de teminat niteliğindeki konutların değerini de azaltmıştır. Konut değerlerinin yüksek olduğu dönemlerde mortgage kredilerine dayalı menkul kıymetlerin düşük risk grubunda değerlendirilerek yatırımcılara sunulmasının ardından teminat niteliğindeki konut değerlerinin ani düşmesiyle büyük zararlar kaydedilmiştir.

4- Menkul Kıymetlerin Fonlanmasında Yaşanan Sıkıntılar

Mortgage kredilerine dayalı olarak ihraç edilen menkul kıymet piyasasının temel fon kaynağı olan mortgage kredi ödemelerinin yapılamaması nedeniyle ikincil piyasanın fonlanmasında sıkıntılar yaşanmaya başlamıştır. Özellikle subprime mortgage kredilerinin menkul kıymetleştirilmesi , sermaye piyasalarını derinleştirmekten ziyade mevcut işleyişin temelden bozulmasına neden olmuştur.

1996 yılında ABD’de mortgage kredilerine dayalı toplam 492, 6 milyar dolar menkul kıymet ihraç edilmiş ve bu miktar 2007 yılında 2, 050 , 1 milyar dolara yükselmiştir.
İkincil piyasada bu kadar geniş hacimli bir piyasa yaratılmış ve bu piyasanın fon kaynağı olan mortgage kredileri geri dönmemeye başlayınca da tahvil geri ödemeleri yapılamamıştır.

Mortgage kredilerine dayalı menkul kıymetlerle risklerini dağıtmaya çalışan ancak risklerini yok edemeyen finans kuruluşları zarar açıklamaya başlamışlardır. Sonuçta piyasalarda panik havasının oluşması bankalardan para çekilmesine , sermaye hareketlerinin yavaşlamasına neden olarak likidite sorunlarını gündeme getirmiştir.

5 – Kredi Türev Piyasalarının Genişlemesi

Kredi sağlayan kurumlar alacaklarını teminat göstererek büyüklüğü trilyon doları bulan konut tahvillerini piyasaya satmışlardır. Bu tahvillerin getirileri , ABD Hazine Bonosu ‘nun çok üzerinde olduğu için özellikle riskli ve yüksek getiri hedefleyen serbest fonların bu tahvillere yönelmesinde etkili olmuştur.

Bankalar kredi alacaklarını menkul kıymetleştirme yoluyla yatırım aracı haline çevirdikleri için mortgage piyasaları , sadece kredi veren kuruluşla kredi kullanan arasındaki kredi ilişkisine bağlı bir piyasa olmadığından tüm finansal sistem artan faizler karşısında dalgalanma sürecine girmiştir.

Kredi veren kuruluşlar , CDO gibi karmaşık yapıdaki yatırım araçları yoluyla yeni kazançlar elde etme imkanı bulmuşlardır. Bu menkul kıymetler , daha yüksek kar elde etmek isteyen yatırımcılar için de yeni bir alternatif haline gelmiştir. Serbest fonlar gibi yüksek kaldıraçla işlem yapan fonlar , yüksek kar elde etme isteğiyle bu tür kredi ürünlerine büyük ilgi göstermişlerdir.

6 – Kredi Derecelendirme Sürecinde Sorunlar

Kredi derecelendirme kuruluşları genellikle sadece kredi borcu ödememe riskine karşı varlıkların derecelendirmesini yapmışlardır. Ancak bu bakış açısı yatırımcılar tarafından yanlış anlaşılmıştır. İkincil piyasalarda işlem yapan yatırımcılar için piyasa riski ve likidite riski söz konusudur.

Nitekim ikincil piyasalarda yaşanan krizin en belirgin riski likidite riskidir. AAA ile derecelendirilen hükümet devlet borçlarından oldukça farklı olan ticari mortgage kredilerine dayalı CMO’lar da AAA ile derecelendirilmiştir.

Derecelendirme kuruluşları Moody’s tarafından yapılan öneriye kadar holding varlıkları ile benzer özellikler gösteren devlet bonolarının aynı olduklarını kabul etmişlerdir.

Moody’s piyasa ve likidite riskini de kapsayan kredi temerrüd riski gibi detaylı kategorilerde derecelendirme yapılmasını önermiştir.

Son olarak , derecelendirme yapısına bakıldığında , subprime mortgage kredilerine dayalı tahvillerin % 96 ‘ sına A grubu derece verilerek en başta sistemin temelinin sorunlu olarak kurulduğu görülmektedir.

Bu nedenlere ek olarak ; küresel krizin temelinde yatan nedenlerin bileşkesinin analizini yaptığımızda ilk etapta göze çarpan konular : küresel likidite bolluğu , küresel ekonomide uzun büyüme devresi ve bunların sonucunda artan risk iştahı , yatırımcıların kar ihtirası , dikkatsizliği , tecrübesizliği , bankacılara tanınan teşvik paketleri , finansal ürün ve hizmetlerde innovasyon , ‘’ moral hazard ‘’ ikilemi dir.

Aslında , bir bakıma kriz üreten yapı kapitalizmin DNA’sında saklı. Dolayısıyla ileride bu veya başka karekterli krizlerle karşı karşıya kalınmaması yepyeni bir ekonomik paradigmanın oluşturulmasına bağlı . Fakat gelişmeler böylesine bir radikal yapının şu aşamada kurulmasını ümit etmenin bir ütopya olduğunu ortaya koyuyor. Hal böyle olunca , ilk ele alınması gereken öncelikli konunun ‘’ düzenleme ve gözetim ‘’ alanına odaklanmak olduğu ortaya çıkıyor.

ABD Hazine Bakanlığı Mart 2008 sonunda ‘’ Blueprint for a Modernized Financial Regulatory Structure ‘’ ( Modern Bir Düzenleyici Yapı İçin Tasarı ) adlı bir dokuman açıklamıştı. Bush Yönetimi , Hazine Bakanı Hank Paulson ( eski Goldman Sachs CEO ‘su ) tarafından açıklanan bu dokuman krizin asıl nedeni konusunda satır aralarında önemli bulgular içeriyor ve krizin asıl suçlusu olarak ‘’ düzenleme ve denetleyiciler ‘’ i ilan ediyordu.

Aslında , olaya tarihsel perspektiften bakıp 1929 ‘daki Büyük Buhran’ı incelediğimizde şunu görüyoruz. Büyük Buhran temelde , ticari bankaların büyük bir kar ihtirası içinde , uygun olmayan düzey ve şekillerde menkul kıymet piyasasında aldıkları riskler sonucunda çıkmıştı. 1933 yılında , öncülüğünü iki Demokrat Parti ‘linin yaptığı ve onların adları ile anılan Glass – Steagal Act ( GSA ) adlı yasa çıkartılarak halkın mevduatını toplayan ve Hazine garantisi altında olan ticari bankaların menkul kıymet piyasasında sermaye işlemleri yapması yasaklandı. Ticari ve Yatırım bankacılığı kurumsal olarak ayrıldı.

Ticari bankaların gözetim ve denetimi FED , yani ABD Merkez bankaları tarafından yapılırken , yatırım bankaların gözetim ve denetimi ‘’ Securities and Exchange Commission ‘’ a verildi. ( Bizdeki ‘’ Sermaye Piyasası Kurulu ‘’ ) . Şimdi çok önemli bir konuya değinmek istiyorum.

FED’in düzenleme ve gözetimi , literatürdeki deyimiyle , işin ‘ prudence ‘ yani ‘ basiret ‘ yönünde , diğer bir deyişle ‘ finansal sağlamlık ve istikrar ‘’ boyutunda odaklanırken , SEC , işin ‘’ conduct of business ‘’ , yani , ‘’ işin yürütülme şekline ‘’ , daha doğru bir tarif ile , ‘’ mevzuata uyum ‘’ a odaklanır.

Dolayısıyla , işin özünde , yatırım bankaları ‘’ kurumsal risk yönetimi ‘’ boyutunda kendi tercihlerini uygulama esnekliğine daha fazla sahip olmuşlardır.

Şimdi krizin çıkışı konusunda kesinlik kazanan üç bulguya geldik.

( 1 ) Birkaç tanesi hariç ABD Yatırım Bankaları risk yönetimi konusunda yeterli dikkat ve etkinliği göstermemişlerdir. Neden ? Çünkü , risk yönetimi konusunda gösterdikleri zaaflar karşısında ciddi yaptırımlar ile karşı karşıya değildiler .

( 2 ) Benimsenen zati haklar ve teşvik mekanizmaları ‘’ kar ve para kazanma ‘’ ihtirasını körükledi.

( 3 ) Yatırım bankacılığı ve ticari bankacılığı birbirinden ayıran GSA , 1993 yılında , uzun yıllar önce başlayan çalışmaların sonucunda Başkan Clinton yönetimi sırasında kaldırıldı. ( Yatırım bankaları kongre üyelerini parasal olarak destekleyerek istedikleri yasaları çıkartabilmektedirler )

GSA’nın kaldırılması sonucunda bazı finans grupları ( Citibank gibi ) aynı holding yapısı içinde yatırım bankacılığı faaliyetlerini sürdürdüler. Haliyle ; sermaye yapısı , kredi ilişkileri ve iş yapma matriksi daha karmaşık ve bağlantılı hale geldi. İşler Yatırım bankası cephesinde sarpa sarınca , onun uzantılarına ve ticari bankalara da yaygınlaştı.

Yukarıdaki ilk iki bulgu konusunda çok çarpıcı bir gelişmeye değinmek istiyorum.
Yakın bir zaman önce New York Times ‘da bir makale yayınlandı , daha sonra bu makale International Herald Tribune gazetesinde de yayınlandı.

Yazının ismi ‘’ How Merrill Lynch stumbled and fell during a dangerous dance ‘’ ( Merrill Lynch tehlikeli bir dans yaparken nasıl tökezledi ve düştü )
Bu yazı iki bulgumuza dayanak sağlayan somut argümanlar sunmakla birlikte aynı zamanda , gelişmiş finans sektörlerinde , kriz çıktığından beri en merak edilen konulardan biri olan , ‘’ nasıl olup da risk yönetimi konularına bu kadar ağırlık verdiği söylenen gelişmiş finans piyasalarında , çok bariz bir şekilde risk yönetiminin göz ardı edildiği bir kriz çıktı ‘’ sorusuna da net açıklayıcı cevaplar verme niteliğine sahip.

Yazının IHT’deki ilk sayfasındaki tanıtım başlığı , hikayenin anlatıldığı sayfadakinden farklı. ‘’ How the thundering heard at Merrill faltered and fell ‘’ Yani ( Merrill’ deki tehditkar sürü nasıl sendeledi ve düştü ) diye oldukça ağır bir başlık. Bu başlık ile vurgulanmak istenen , Bankanın batma noktasına gelmesinin nedeninin , gözlerini büyüme ve kar ihtirası sarmış olan bir üst düzey yönetim ekibinin fütursuzca ve tehditkar bir tutumla risk yönetimi ilkelerini dışlaması.

Yazı , önce ekibi tanıtıyor . Ekibin başında Merrill’in otokratik lideri Stanley O ‘ Neill var. Etrafında da , güven duyduğu teğmenlerinden oluşmuş bir grup ve bunun iki vazgeçilmez ismi var.

Birincisi , Merrill’in kredi ve piyasa risk yönetimi , kurumsal yönetişim ve iç denetiminden sorumlu yöneticisi , Mısır doğumlu eski Exxon yöneticisi Ahmass Fakahany , ikincisi ise Türkiye doğumlu , Merrill’deki sabit getirili menkuller , döviz ve anamallar bölümlerine bakan Osman Semerci.

Bu ekip sayesinde Merrill kısa bir süre içinde en hızlı ve en fazla büyüyen banka oluyor.
Geçmişte , JP Morgan uzmanları tarafından geliştirilen masum ve altında teminat olarak gerçek varlıkların bulunduğu CDO ( Collateraziled Debt Obligations – Teminatlandırımış Borç Yükümlülükleri ) ürününü sentetik CDO’lar haline çevirerek ( yeni sanal varlıklarla destekleyerek ) inanılmaz büyüklüklere ve ( sonradan zarara dönüşeceği belli ) karlara ulaşıyorlar.

Ahmass Fakahany Banka’nın iç denetim kontrollerini zayıflatarak makinenin dönmesini sağlıyor. Hatta , Banka’nın alım ve satım katında görev yapan trader’ları ile alınan riskler konusunda konuşmalar yapan görevlileri engelliyor.

Osman Semerci ‘sert adam ‘ rolünü oynuyor ve alınan gerçek riskler hakkında denetçilere bilgi veren trader’ları ağır bir şekilde cezalandırıyor. Bu tür metodlar ile büyüyen portföydeki artış ( bugün devlet yardımı ile zor ayakta duran ) AIG sigorta şirketi artık sigortalamayacağını bildirince sonun başlangıcına geliniyor.

Kanımca , denetim ve gözetim yapısındaki zaafiyetin nelere yol açabileceğini bundan daha açık gösteren bir örnek olamaz. Şimdi de bu kriz bizi nasıl etkiler sorusuna kısaca bir cevap vermeye çalışalım.

Yakın bir zaman önce , ‘’ Küresel kriz bizi teğet geçer ‘’ şeklinde bir tez dillendirilmişti ülkemizde. Aslında bu tez bazı ekonomistlerin ortaya attığı ‘’ decoupling ‘’ yani ‘’ ayrışma ‘’ kavramına atıfta bulunuyordu. Yükselen Piyasa Ekonomilerinin ABD merkezli subprime mortgage krizinden tam olarak etkilenmeyeceğini ifade ediyordu.

Fakat , bu tezin gerçeği yansıtmadığı net olarak ortya çıktı. Çünkü , ülke ekonomileri küreselleşme olgusunun beraberinde tam olarak iç içiçe geçmişti.

Bu kriz ülkemizi nasıl etkiler diye düşündüğümüzde şunu görmekteyiz . Kriz sonucunda oluşan güven bunalımı ve de azalan risk iştahi , eskisi gibi uzun vadeli ve düşük faizli kredi bulmayı engelleyecek ve ayrıca ihracatımızı büyük oranda gerçekleştirdiğimiz AB’liği ülkelerinde başlayan resesyon da sorunlarımızı daha da arttıracak.

2009 yılı itibarıyla , roll –over yapmamız ( çevirmemiz ) gereken yaklaşık 95 milyar dolarlık dış borç stoğunu , yüksek cari açığımız ile beraber düşündüğümizde karşı karşıya olduğumuz sorunun büyüklüğünü ortaya çıkıyor.

Yine kısa bir zaman önce de Uluslararası Kredi Derecelendirme Kuruluşu Standart and Poor’s ‘ un Türkiye’nin kredi notunu düşürmüş olması da , bundan sonra daha kısa vadeli ve daha yüksek faizle kredi temin edebileceğimizi belgeler niteliktedir. Bu olumsuzkuk -
lara karşın , ülkemizde 2001 krizi sonrası bankacılık sistemimizin risk temelli yeniden yapılandırılması ve de ABD ‘deki gibi finans sistemimizde karmaşık yapıda finansal enstrümanların bulunmayışı bizim artılarımızı oluşturmakta.

Değerlendirmemizin bu bölümünde de son olarak , bu krizi sonrası makro ölçekte neler yapılabilir sorusuna cevap bulmaya çalışacağım.



KRİZ SONRASI YENİ SİSTEM İÇİN ÖNERİLER



1- IMF ve Dünya Bankası yeniden yapılandırılmalıdır. IMF , artık gelişme yolundaki ülkelerin ekonomik sorunlarını çözmeye çalışan kurum kimliğinden çıkarılmalı , bu işler Dünya Bankası’na devredilmelidir. Dünya Bankası gelişme yolundaki ülkelerin proje ve sektör kredi ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra bu ülkelerin ekonomik sorunlarının çözümüne destek sağlama fonksiyonunu da üstlenmelidir.

2- IMF ‘nin bir bölümü yine IMF adını koruyarak Dünya Bankası’na devredilmeli ve bu fonksiyonu yürütmelidir. Bugünkü IMF’nin de adı değiştirilmek suretiyle ( Küresel Düzenleme ve Politikalar Kurumu gibi ) tümüyle politik bir kurum haline getirilmelidir.
Bu kurumda bütün üye ülkelerin gruplar halinde temsil edildiği bir icra kurulu olmalı ve bu kurul bu düzenlemeleri onaylamalıdır.

Bu yeni kurumun üç temel görevi olmalıdır.

a- Mali sektörle ilgili kuralları geliştirmek ve küresel sisteme dahil olan bütün ülkelerde uygulanmasını gözetmek ,

b- Mali sistemle ilgili denetim mekanizmasının temel çerçevesini oluşturmak ve küresel olarak uygulanmasını sağlamak ,

c- Küresel sisteme geçerli olacak maliye ve para politikasının çerçevesini oluşturmak ve bunun küresel olarak uygulanmasını gözetmek.

Kuşkusuz , her ülkenin ekonomik yapısı farklı olduğu için farklı kurallara , farklı denetim mekanizmalarına ve farklı politika uygulamalarına sahip olması doğaldır. Ama , bu farklar küresel sistemi bozacak , krize neden olacak ,ötekilerin aleyhine gelişmeler yaratacak biçimde ya da sonuçta sistemik risk yaratacak bir düzen içinde olmamalıdır.

Yeni kurum , bu kurallara ters uygulamalar içinde olan ülkeler için yatırımcıları uyarma görevi üstlenmeli ama yatırımcılara engel olmamalıdır.

Örneğin ABD ‘de ve İngiltere ‘de ortaya çıkan bu son finansal balonu önceden saptayıp büyümesini önleyecek uyarıları yapabilmeli ve bunu küresel kamuoyuyla paylaşabilmeli-
dir. Bütün bu uyarılara karşın o ülkelere ya da alanlara yatırım yapanlar ise kendi risklerini kendileri üstlenmiş olarak oraya girmeli , batış halinde de kimseden destek ya da yardım beklememelidir.

3- Likidite bankaların regülasyonunun merkezinde olmalıdır. Dünyanın her yerinde regülasyonlar likiditeye yetersiz dikkat göstermiştir ; onun yerine sermayeye odaklanmış
tır. Basel 1 ve bunun gibi sermaye yeterliliğiyle ilgili kriterler ön plana çıkarılmıştır.
Fakat , son kriz bizlere çok güçlü sermaye yapısına sahip bankaların da yüksek riskli mortgage kredilerinin neden olduğu likidite azalması şokuna açık olduğunu göstermiştir.
Bankalar fonlama pozisyonlarını yönetmek için doğru teşviklerle karşı karşıya olmalıdırlar. Stratejilerini toptancı fonlama üzerine inşa eden küçük bankalar doğru sigortaya sahip olmaya özendirilmelidir.

4- Zora düşen bankalara hızla müdahele edebilmek amacıyla , bankanın sigorta edilmiş olan mevduatını bankanın tüm bilançosundan hızla ayrıştırıcı bir mekanizma geliştirilme
lidir.

5 – Mevduat sigorta sistemi , risk temelinde yeniden yapılandırılmalıdır. Yüksek riskle mevduat toplayıcıların , yüksek risk primi ödemeleri sağlanmalıdır.

6- Merkez Bankaları bankalara son çare olarak borç vermelidirler. Merkez Bankaları , likit olmayan ama iyi bir teminat karşılığında bankalara kredi verebilmelidir. Ama , bu , ancak bankayı daha da kötüye götürecek düzeyde olmayan bir ‘ ceza oranı ‘ nda olmalıdır.

7- Merkez Bankaları’nın sistematik bir krizde piyasaya likidite enjekte ederken , kime ne kadar para vereceğinin belirleyicisi risk faktörü olmalı , buna ilişkin teşvikler ve cezalar olmalıdır.

8- Bu risk faktörünün değerlendirilmesi ; buna ilişkin teşvikler ve cezalar Merkez Banka’ları dışında regülasyonları yapan düzenleyici ve denetleyici kuruluşlar ile tasarruf mevduatını yönetenler tarafından yapılmalıdır.

Merkez Bankaları , mevduat sigorta fonları ve de regülasyon konusunda bu önerilerimiz paralelinde ülkemize bakacak olursak: Şunları söyleyebiliriz ;


BDDK , tasarruf mevduatından da sorumlu olmak üzere , düzenleyicilik ve denetçilik göreviyle kurulmuştu. Bu doğru bir adımdı . Sonra işin tasarruf mevduatı boyutu elinden alındı ve TMSF ‘ye verildi. Şimdi , regülatör olarak BDDK , teşvik ve ceza sisteminin en önemli aracı olan mevduat sigorta aracından yoksun. Yine , TMSF ‘nin sorumluluğu BDDK’ya verilmelidir. TMSF , mevduat sigorta konusunu bankaların taşıdığı risklere göre belirleme kapasitesine ve methoduna sahip olmalıdır. Ve tabii ki TCMB , BDDK ,TMSF ‘u arasında etkin bir koordinasyon kurulmalıdır.

9 – Merkez Banka’ları son örneğini yaşadığımız global krizde ihtiyaç duyulan likidite konusunda ‘’ benim görevim sadece fiyat istikrarını sağlamaktır ‘’ deyip kenara çekilmemeli tersine piyasaını n gereksinme duyduğu likidite ihtiyacını süratle karşı -
lamalıdır.

10 – Son krizde , sıklıkla Hedge fonların özellikle Yükselen Piyasa Ekonomileri ‘nden hızla çıktığı gözlendi. Ve bunun doğal sonucu da bu piyasalarda oluşan kurlardaki ani sıçramalardı. İşte bu aşamada bu ülkeler kritik dönemlerde hassasiyeti düşürücü , spekülasyon önleyici bir vergi aracı olarak Tobin vergisini ve özellikle de Tobin Vergisi ‘nin Spahn versiyonunu gündemlerine almalıdırlar.

Bu konuyu biraz açmakta fayda görüyorum. Spekülatif amaçlı döviz ticaretinin vergilendirilmesi konusu ilk olarak 1978 yılında Nobel ödüllü bir Amerikalı iktisatçı olan James Tobin tarafından ortaya atılmıştır. Tobin vergisi spekülatif amaçlı döviz işlemleri üzerinden alınacak olan bir vergidir.

Son yıllarda gelişmekte olan ülkelere yapılan kalkınma yardımları ciddi bir şekilde azalmış ve BM gibi uluslararası kuruluşların bu amaçla kurdukları yardım fonlarının kaynakları kurumaya başlamıştır. Çünkü fonların finansörü durumundaki gelişmiş ülkeler artık fonlama yapmaya devam etmek istememektedirler. Buna karşılık , spekülatif döviz işlemleri üzerinden alınacak bir Tobin vergisi dünyadaki yoksulluk, azgelişmişlik ve çevre sorunlarının çözümünde bağımsız ve kalıcı kaynak olarak ortaya çıkmıştır.
Hesaplamalara göre , bu amaçlı bir vergiden yılda 150 – 300 Milyar dolar dolayında bir gelir sağlanabilir. Öte yandan , BM ve Dünya Bankası ‘nın hesaplarına göre , global yoksulluk , azgelişmişlik ve çevre sorunlarının giderilebilmesi için yılda gerekli olan para 225 Milyar dolar civarındadır.

Bu vergi bu fonksiyonuna ek olarak spekülatif işlemin yapıldığı ülkeye de vergi gelir sağlamaktadır. Çünkü bu tür işlemlerden elde edilen vergiler ; BM ve de bu tür işlemlerin yapıldığı ülke arasında paylaştırılacaktır. ( BM bu vergi gelirlerini yukarıda söz edilen sorunlarla mücadele etmek için kullanacaktır )


Bu vergi , sözü edilen kısa vadeli yabancı sermaye akımlarının yıkıcı etkilerini hafihletici bir işleve sahiptir. Verginin matrahını interbank ‘taki kısa vadeli , iki taraflı spekülatif arbitraj işlemleri oluşturur. Tobin , vergiyi ilk olarak önerdiğinde verginin matrahını bir başka ulusal para cinsinden ifade edilen tüm finansal araçların alım satım işlemlerinin oluşturması gerektiğini savunmuştur. Güncel yorumunda bu verginin matrahının geleneksel dövizli işlemlerin yanı sıra spot ve forward işlemleri , döviz swapları ve döviz kontratlarını ( ulusal bir parayı gelecekte satın alma hakkı doğuran ) ve gelecekte yeni teknolojilerle ortaya çıkabilecek yeni finansal araçları kapsayacak genişlikte ve esneklikte olması gerektiğine inanılmaktadır.

Önerimin başında özellikle ‘’ Tobin Vergisi ‘nin Spahn Versiyonu ‘’ na vurgu yapmıştım. Çünkü , günümüzde görülen yüksek oranlı devalüasyonlar ve bunların motive ettiği kar beklentileri spekülatörlerin % 0,1 - % 0,5 aralığında bir vergiyi göze alarak spekülasyondan vazgeçmeyeceğini göstermektedir.

Alman iktisatçı Paul Bernd Spahn’in getirdiği yaklaşım bu soruna çözüm getirecek niteliktedir.

Sphan vergiyi iki aşamalı ve iki oranlı ( two – tiers ) olarak tasarlamıştır. Asgari bir işlem vergisi ve ilave bir vergi ( surcharge ) . Asgari vergi , finans piyasalarının normal işleyişini zedelemeyecek ölçüde küçük oranda ve kalıcı olarak alınır ve gelir yaratma işlevi asıl bu vergiye aittir. Öte yandan ilave vergi spekülasyon ve dolayısyla da kurların oynak olduğu zamanlarda ve spekülasyon önleyici olarak ve yüksek oranda ve geçici olarak uygulanır. Bu vergiden beklenen gelir yaratması değil piyasaları istikrara kavuşturmasıdır. Yani bu vergi spekülasyonun hemen öncesinde ya da spekülasyon sırasında bir devre kesici olarak değerlendirilmiştir.

Özetle , bu tarz bir vergi kısa vadeli , spekülatif döviz ve sermaye akımlarını caydırmak suretiyle bu akımların döviz ve sermaye piyasaları üzerindeki yıkıcı etkilerini azaltır ve piyasaları sakinleştirebilir , ulusal siyasi otoriteyi güçlendirir , piyasaların globalizasyon –
unundan etkilenmiş devletlerin vergi kapasitelerini restore ederek vergileme kapasitesini arttırabilir.


Global finans krizi konusundaki bu analizimizi "Krizler kapitalizmin DNA’sında mevcuttur" şeklindeki tezimize değinerek sonlandırmak istiyorum.

Geçmişe şöyle bir baktığımızda 1929 büyük bunalımını , ardından 1970’lerde Breeton Woods sisteminin çöküşünü , sonra 1980 ‘lerde ABD’deki Savings and Loans şirketlerinin batışını , 1987’deki borsanın çöküşünü , 1997’de Uzakdoğu krizinin küreselleşmesini hatırlayıveriyoruz.

Bu son kriz de kapitalizmin küreselleşmesinden sonra geldi. Bunlara baktığımızda kapitalizmin sistem gereği kriz yarattığını düşünmemek mümkün değil. Bilindiği üzere , kapitalizmin ya da şimdiki adıyla piyasa ekonomisinin temelinde Adam Smith’in ünlü sözü ‘’ Bırakınız yapsınlar , bırakınız geçsinler ‘’ sözü yatıyor. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler. Bunun dayanağı ise insanın çıkarı peşinde koşacağı ve çıkarını maksimize edeceği yaklaşımı.

Sistemin mantığı gereği insanlar kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışınca toplumun çıkarı da maksimize olur. Ama , ne yazıkki kapitalizmin bu en temel varsayımının gerçeği yansıtmadığı , çok açık bir biçimde defalarca kanıtlandı. Ve , çıkarı maksimize etmeye yönelik adımların iyi denetlenmediği ve kurallara bağlanmadığı takdirde hileli ve kural dışı yollara kolayca sapabilmeye yol açtığı görüldü. Bu güne kadar çıkan mali krizlerin tamamında bu tür kural dışılıklar ve denetim eksiklikleri söz konusu. Yakından izlediğimiz son üç krize baktığımızda bunu açıkça görebiliyoruz.

1997 yılında Uzak Doğu da başlayan ve küreselleşen mali kriz , bankaların kredi verirken yeterli titizliği göstermediğini , gerekli incelemeyi yapmadığını ortaya koydu. 2001 yılında Türkiye’nin yaşadığı kriz de aynı şeyi ortaya koydu. Şu an içinde yaşadığımız kriz de de aynı durum söz konusu.

Kapitalizmde çıkar kovalamak , kural koymaktan da denetimden de hızlı davranıyor. Sistem bunu özendiriyor , çünkü sistemin özü bu felsefeye dayalı. Böyle olunca da’’ sistem kendi içinde kriz barındırıyor’’ demektir. O halde kapitalizm bu şekilde davrandığı sürece kriz yaratmaya devam edecek.

Bunu ilk kez Karl Marx öngördü. Kapitalizmin krizden kurtulamayacağını , sonunda çökeceğini öne sürdü. Karl Marx , kapitalizmin içerdiği çelişkilerin bu sistemin yıkılmasına yol açacağını savunuyordu. 1929 büyük dünya bunalımı çıktığında Marx’ın eleştirilerinin haklılığı gündeme geldi.

Kapitalizm bu büyük bunalımdan başka büyük bir iktisatçı , John Maynard Keynes’in önerileriyle çıktı. Bu açıdan , Keynes’e "kapitalizmi idam sehpasından kurtaran adam" gözüyle bakabiliriz.


Keynes , ortaya koyduğu ekonomi teorisini aslında çok basit bir gerçekten hareket ederek geliştirmişti. Piyasa kendiliğinden dengeye gelemez. ( Görünmez el herşeyi düzenleyemez ) , devletin mutlaka karışması gerekir. Buna göre geliştirdiği ekonomi politikası kapitalizmi krizden kurtardı. Zaman içinde piyasanın üstünlüğü yine ön plana çıktı ve devlet ekonomiden çekildi. Küreselleşmeyle birlikte piyasa mekanizması doruk noktasına çıkmışken sistem bir kez daha krize girdi.

Yani , kapitalizm temelini oluşturan çıkara dayalı mekanizma nedeniyle kriz yaratmaya devam ediyordu. Ayrıca , kapitalizmin kişisel çıkar maksimizasyonuna dayalı yaklaşımı , bir süre de olsa , yüksek büyüme ve refah olarak siyasetçiye oy sağlıyor , oy maksimizasyonu peşinde olan siyasetçi de gereken önlemleri zamanında almıyordu.

Bütün bu nedenler sonuç olarak ; daha önce de belirtmiş olduğum ekonomik sistemde radikal bir paradigma değişikliğinin ‘’ olmazsa olmaz ‘’ olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder