21 Mayıs 2011 Cumartesi

DÜNYADA FİNANSAL KRİZ

Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan finansal dalgalanma büyük ve gelişmiş bir ekonominin bankacılık sistemini geçmişte örneği olmayan bir şekilde sıkıntıya sürüklemiş , başta denetleyici ve düzenleyici kurumlar olmak üzere herkesi nerede hata yapıldığı konusunda düşünmeye yöneltmiştir. Subprime mortgage kredilerde geri ödemelerde yaşanan sorunlarla ortaya çıkan finansal dalgalanma , çok hassas dengeler üzerine kurulu ve birbiriyle ilişkili ABD piyasalarında büyük etki yaratmıştır. Mortgage kredilerine dayalı menkul kıymetler ile kredi türev ürünlerinin risklerinin yanlış ölçülmesi kimi zamanda finansal mühendislik teknikleri kullanılarak ölçülemez hale getirilmesi akabinde denetleyici yapının eksiklikleri finansal kurumları etkilemiş ve mortgage kredi krizi olarak adlandırılan durum küresel bir likidite krizine dönüşmüştür.

ABD orijinli bu krizi tam olarak anlayabilmek için , ABD mortgage piyasasına ve de bu piyasanın aktörlerine kısaca değinmek gereklidir.



ABD MORTGAGE PİYASASI



Basit olarak sistem , bankaların menkul ya da gayrimenkul malların teminat gösterilmesi karşılığında konut edindirme için tüketiciye sağladığı kredi sistemidir. Kredilerin en önemli özelliği uzun vadeli olmasıdır. Kredilerin uzun vadeli olmasını sağlayan finansman sistemi ikincil piyasalar denilen gayrimenkullerin menkul hale getirilerek mali piyasalarda mübadele aracı haline getirilmesi ile ilgilidir.



MORTGAGE SİSTEMİ İŞLEYİŞİ



Mortgage sistemi şu şekilde işlemektedir.

a- Pirincil Piyasalar : Tüketici – Banka / Diğer Finansman Kuruluşları

Tüketici almak istediği konutu belirleyerek bankaya başvurmakta , banka konut ile ilgili çalışmalarını yapmakta ve ekspertiz raporu hazırlanmaktadır. Ekspertiz çalışmaları yapıldıktan sonra konut bedelinin bir kısmı tüketici tarafından ödenmek koşulu ( % 25 ) ile banka tarafından satın alınmaktadır. Konutun mülkiyeti tüketici üzerine verilmekte fakat tüketicinin aldığı kredi karşılığı olarak da konuta ipotek konulmaktadır. Konut bedelinin kalan tutarı uzun vadeli taksitlere bölünmektedir. Bankacılık açısından taksit tutarının bölünmesi ve tüketicinin güvenirliği açısından bu taksit bedelleri ile tüketicinin aylık sabit geliri arasında belirli bir oran sınırı konulmaktadır. Bu oranlar değişmekle birlikte , taksit tutarının tüketicinin gelirinin % 30 ‘ununu geçmemesi bankacılıkta genel kabul gören bir kriterdir. Bu aşamada , tüketici sabit faiz ya da değişken faizli kredi arasında tercih yapabilmektedir. Bu alan , birincil piyasa diye adlandırılan tüketici ile banka ya da diğer kredi kuruluşları arasında geçen ticari ilişkiler alanıdır


Bu noktada akla doğal olarak şu gelmektedir. Bilindiği üzere , bankacılık sektöründeki krediler ( 1) Banka sermayesi , ( 2 ) Mevduat hesaplarından verilmektedir. Bu nedenle , kredilerde yatırımcıların yatırdıkları mevduatların vadeleri ile tüketiciye verilecek kredilerin vadelerinin denkliği önemli bir unsurdur. Bankanın finansman dengesi bu şekilde kurulabilmektedir. Uzun vadeli konut kredileri kısa vadeli mevduatlardan karşılanamamaktadır. Mortgage ise uzun vadeli bir kredi sistemidir. Bu durumda ne olacaktır ? İşte ; finans sisteminin inovatif buluşu ‘’ ikincil piyasalar ‘’ bu aşamada imdada yetişmektedir.

b- İkincil Piyasalar : Banka – Yatırımcı / Aracı Kurumlar

İkincil piyasalar denilen ipoteklerin diğer yatırımcılara menkul değer olarak pazarlanması ise sistemin diğer kredi sistemlerinden ayrılmasının sebebidir. Bu aşamada alınan ipotekler aracı kurumlar ya da doğrudan olmak üzere yatırım amaçlı yerli yabancı yatırımcılara uzun vadeli olarak satılmaktadır. Bu sistem şu şekilde devam etmektedir :
Konut üzerine ipotek konulduktan sonra , banka tarafından konut bedeli tutarında menkul kıymet çıkarılmaktadır. ( Tahvil , bono , ya da fon ) . Bu menkul kıymetler sistemin nasıl yapılandırıldığına bağlı olarak ya doğrudan yatırımcıya uzun vadeli olarak satılmakta ya da yatırımcı ile banka arasında kurulacak bir ipotek finansman kuruluşuna satılmak suretiyle nakite çevrilmektedir. Bu şekilde gayrimenkul malların menkul hale getirilerek ihracı ve dolaşımı kolaylaştırılmaktdır.

Genel olarak ABD mortgage sistemine baktıktan sonra , bu piyasanın diğer önemli noktalarına göz gezdirmeye devam edelim.

Yine bilindiği üzere , bu kriz öncelikle Subprime mortgage piyasalarında başlamıştır.

Nedir bu ‘’ Subprime mortgage ‘’ ?

ABD de kredi müşterileri genel olarak Prime ve Subprime olarak ikiye ayrılmaktadır.
Prime müşteriler yeterli gelire ve iyi kredi siciline sahip kişilerdir. Subprime müşteriler düşük gelir grubuna aittir. Ne gelir durumları ne de kredi kapatma huyları iyidir. Bu nedenle , prime müşterilerin alabildiğinden daha az kredi alabilirler , onlardan daha yüksek faiz öderler. Subprime , krediyi alan için de veren için de risklidir. Çünkü , faiz oaranı yüksektir , alıcının kredi sicili yüksektir ve bu tür alışverişlerde bir sürü usulsüzlük dönebilir.



Yatırım Bankaları



Bunlar farklı kaynaklardan gelen borçları şirketler için düzenleyen ‘’ brokarlar ‘’ gibi hareket ederler. Aynı zamanda sanayicilere mali tavsiyelerde bulunur ve yeni hisse senedi çıkararak yeni sermaye sağlamaya çalışan firmalara yardımcı olurlar.
Başlıca uzmanlık alanları , uluslararası ticaretin ve sermaye hareketlerinin finansmanıdır.
Döviz piyasasında önemli ölçüde iş yaparlar . Mevduatlarının büyük kısmı döviz cinsindendir.


Yatırım bankalarına aynı zamanda ‘’ toptancı bankalar ‘’ da denilmektedir. Bunun sebebi endüstriden ve öteki mali kurumlardan büyük ölçekte mevduatlar alıp , onlara yine büyük ölçekte borçlar vermeleridir. Lehman Bothers , Goldman Sachs , Merril Linych bu kategoride yatırım bankalarıdır.



Hedge Fonlar



Hukuki olarak tanımlanmamış olsa da , özel kuruluş kapsamında olan , profesyonel yatırım uzmanlarınca yönetilen ve kamuya tam olarak açılmayan yatırım havuzlarıdır. İlk serbest fon Şubat 1949 da kurulmuştur. Serbest fonun yatırımcı profili gelir seviyesi yüksek ( 1 milyon dolar ve üzeri ) bireysel ve kurumsal yatırımcılardır. Serbest fon sahipleri genelde fonda pay sahibidirler.

Serbest fonlar sınırlı ortaklık ya da sınırlı sorumlu şirketler olarak kurulur ve çoğu durumda merkezleri ABD dışındadır. Risk iştahının artmasına bağlı olarak denetim sorunu olan serbest fonlar , potföylerine mortgage ipoteklerine dayalı menkul kıymet ve türev ürünlerini dahil etmeleri nedeniyle finansal dalgalanmada önemli aktörler haline gelmişlerdir. Ayrıca , kriz döneminde denetimi yapılmayan , şeffaf olmayan serbest fonların da yer alması finansal piyasalarda ahlaki riziko ( moral hazard ) sorununu gündeme getirmiştir.



Kredi Türevleri



Kredi Temerrüt Swapları ( Credit Default Swap ) taraflar arasında iki ödemenin takasını kapsamaktadır. Bir tarafta CDS Ödemesi , diğer tarafta sadece kredi temerrüdünün gerçekleşmesi halinde yapılacak ödemedir. Bir araç olarak CDS , anlaşmaya konu olan varlığın temerrüde düşmesi halinde yükümlülüklerin karşılanmasını sağlar. Bu açıdan bakıldığında sigorta poliçesi olarak değerlendirmek mümkündür.



Teminatlandırılmış Borç Yükümlülükleri



( Collateralized Debt Obligations – CDO )

Varlıklardan oluşmuş bir havuza dayandırılmış kredi aracı olarak CDO ‘lar en yaygın kullanılan kredi türevlerinden biridir. Bir CDO ; kredileri , tahviller , mortgage kredileri , kredi kartları , tüketici kredileri gibi dayanak varlıkları bir araya getirir ve yatırımcıya sunar. Bu şekilde bir CDO risk profillerine göre kredi riskinin dağıtılmasına olanak sağlar.

Bir bankanın bilançosu ele alındığında kredi riskine haiz varlıklar dikkat çeker. Bankanın bilançosundan varlıkların bir kısmının riskini çıkarabilmek için CDS kullanılabilir. Ancak büyük bir borç havuzunun riski bilançodan uzaklaştırılmak isteniyorsa CDO kullanılacaktır.




HÜKÜMET TARAFINDAN DESTEKLENEN MENKUL KIYMETLEŞTİRME KURUMLARI




Fannie Mae : 1968 yılında kurulan , yarı kamu kuruluşu olan Federal Ulusal İpotek Birliği ( Federal Natioanal Mortgage Assocaiton ) için kullanılan kısaltmadır.
ABD Konut ve Kentsel Gelişim Bakanlığı ( US Secretary of Housing and Urban Development ) ile ABD Hazine Bakanlığı ( US Secretary of Treasury ) yönetmeliklerine tabii olarak faaliyette bulunan kurum , özel kişilerce özel bir şirket gibi yönetilmekte ve hisse senetleri New York Menkul Kıymetler Borsası’nda işlem görmektedir.

Fannie Mae belirli kural ve prensipler dahilinde sözleşmeye dayalı mortgage konut kredisi satın almaktadır. Her ne kadar Fannie Mae onaylı sertifikalar faiz ve anaparanın zamanında ödenmesine ilişkin olarak teminat altına alınmış olsa da , söz konusu teminat ayrıca ABD Hükümeti tarafından da desteklenmektedir

Fannie Mae sertifikalarının. Kredi kalitesinin AAA ‘ ya eşdeğer olarak değerlendirilmesi ne yetecek ölçüde güçlü bir taahhüt seviyesine sahiptir.


Freddie Mac : ABD’ de faaliyet gösteren İpotekli Konut Kredisi Kuruluşu ( Federal Home Loan Mortgage Corporation ) için kullanılan kısaltmadır. Freddie Mac 1970 yılında Amerikan Kongresi tarafından kurulmuştur. Bu kurum 1989 ‘da Fannie Mae gibi özel bir kuruluş olarak yeniden yapılandırılmıştır. Bu kurumun satın almada benimsediği kurallar Fannie Mae’nin benimsediği kurallara oldukça benzemektedir.

Freddie Mac’in iki farklı kredi satın alma programı bulunmaktadır.

( 1 ) Faiz ve anapara borcunun zamanında ödenmesini öngören Gold programı ile bağlantılı sağlanan teminatlar ve ( 2 ) faizin zamanında , anapara borcunun ise nihai olarak ödenmesini öngören standart Freddie Mac sertifikalrını destekleyen teminatlar.

Freddie Mac teminatı ABD Hükümetinin doğrudan desteğine sahip değildir. Ancak Freddie Mac ABD Hükümetinden güçlü zimni bir taahhüt içermektedir ve Freddie Mac sertifikaları aynen Fannie Mae sertifikaları gibi AAA kredi notuna haiz yatırımlarla eşdeğer nitelikte olarak değerlendirilmektedir.

Monolinler : Finansal garanti veren sigorta şirketi olan monolinler , kredi kartları ya da mortgage kredileri gibi tek bir ürün üzerinde uzmanlaşarak , ürüne özel sigorta hizmeti veren finansal kurumlardır. Monoline kuruluşları , borcun anapara ve faiz ödemelerinin garantilenmesi karşılığında borç ihraç eden kurumdan sigorta primi tahsil eder.

Monoline kuruluşları , mortgage kredi piyasasında düşen konut fiyatları ve konut kredisi kullananların kredi riskleri sonucunda ortaya çıkan tenerrüdlere bağlı zararların tazminini sağlar. Monoline kuruluşlarının en önemli özelliği AAA gibi yüksek kredi notuyla derecelendirilmeleridir.



Özel Amaçlı Kurumlar ( Special Purpose Vehicle – SPV )



Özel Amaçlı Araç ya da diğer adıyla Özel Amaçlı Kurumlar ( Special Purpose Entity – SPE ) , kredi veren kurumun oluşturduğu alacak havuzunu satın alarak veya devralarak bunlara bağlı menkul kıymet ihraç etmek amacıyla kurulmuştur. Kredi veren kurumun bilançosunda bulunan varlıklarını menkul kıymet haline dönüştürüp , bunları doğrudan satması söz konusu olmamaktadır. Özel amaçlı kurumlar aslında varlıkları muhafaza etmek ve ilgili işlemleri yürütmek için kurulmuş birimlerdir. Yasal bir SPV limited ortaklık , sınırlı sorumlu şirket veya anonim şirket olabilir.

ABD ‘deki mortgage piyasası ve bu piyasadaki temel yapı / aktörler konusunda bu temel bilgiden sonra şimdi de krizin nasıl oluştuğu konusuna girebiliriz.

Belirtmiş olduğumuz üzere Subprime kredilerin yaygın olduğu sahalardan biri mortgage yani uzun vadeli borçla konut almadır. 2006 yılının sonundan itibaren ABD’deki Subprime mortgage işi yavaş –çekim bir krize girdi . İnşaat sektöründe aşırı arzın yarattığı balon patladı. Subprime borçluları borçlarını ödeyemez , bunlara kredi açanlar da zararlarını kapatamaz duruma geldiler. New Century Financial Corporation gibi büyük kurumlar kapılarını kapatmaya veya konkordato ilan etmeye başladılar. Bunun yarattığı korku , Türkiye dahil dünya borsalarında keskin düşüşler yaşanmasına neden oldu.

Kriz subprime pazarda patlak verdi ama bugün yaşadığımız çalkantının artık bu pazarla pek alakası yok. Aslında , çok rahatlıkla’’ bu kriz zaten sistemin genlerinde mevcuttu ‘’ şeklinde bir tez ortaya koyabiliriz. Çünkü , mortgage sistemi orta ve üstü gelir sahiplerine yönelik dizayn edilmiş bir sistemdi. Fakat , gün geçtikçe sistemde Subprime mortgage kredilerin payı aşırı şekilde arttı. Bir de , subprime kredilerine dayalı menkul kıymetlerin yerli yabancı yatırımcılara satılması da , bu piyasa bazlı oluşacak potansiyel krize zaten ‘’bulaşıcılık ‘’ özelliğini kazandırmıştı.

Dolayısı ile ABD mali sisteminin bir kısmında meydana gelmiş olan sorun piyasanın geri kalanına da bulaştı ve orasını da kirletti.

Yatırımcılar bir sahadaki riski hafife aldıklarını fark edince , diğer sahalardaki riski de yanlış değerlendirmiş olabileceklerini düşünmeye başladılar.

Acaba ellerindeki diğer yatırım araçları sağlam sandıkları subprime gibi çürük müydü ?
Ve iki şey oldu : ( 1 ) Riskli varlıkların fiyatları düşmeye başladı. Çünkü yatırımcılar ellerindeki diğer enstrümanlar konusunda da endişelenmeye , bunları da ellerinden çıkarmaya başladılar. ( 2 ) Bu gibi endişelerin duyulduğu zamanlarda hep olan bir şey yeniden olmaya başladı. Yatırımcılar kaliteye kaçmaya , yani ABD Hazine Bonosu gibi sağlam ama az getirili limanlara sığınmaya başladılar. Bir de güvenli başka bir liman sayılan bankalara da geri dönmeye başladı.

Bu arada azalan sadece özel şahısların risk alma iştahı değildi . Bankalarınki de azaldı. Bankalar kriz moduna girdiler. Krize karşı dayanıklıklarını arttırmak için kasalarında tuttukları para miktarını arttırdılar. ‘’ Ne olur ne olmaz ‘’ mentaletisiyle , eskiden interbank piyasasında ve kredi müşterilerine kullandıkları nakti likit olarak tutmaya başladılar. İnterbank piyasası kilitlendi , Merkez bankaları müdahele etmek zorunda kaldılar.

Bankaların şirketlere kredi verme konusunda daha titiz ve tutuk davranmaya başlaması krizi real sektöre bulaştırmaya başladı.

Krizin gelişim sürecini özetle ortaya kouduktan sonra , mortgage krizinin nedenleri konusuna girebiliriz.

1- Mortage Kredilerinin Yapısının bozulması

Faizlerin düşük olduğu dönemlerde artan risk iştahıyla kişilerin kredi geçmişine bakılmadan verilen subprime mortgage kredilerinde , faizlerin yükselmesiyle birlikte temerrüdler ve icra yoluyla satışlar artmaya başlamış ve bu durum karmaşık türev araçlarla finansal sistemde dalgalanmaya neden olmuştur.

Mortgage Bankalar Birliği tarafından 53,4 milyon adet mortgage sözleşme sayısı olduğu tahmin edilmektedir. Bu dağılıma prime ve subprime ayrımı ele alınarak bakıldığında bildirilen rakkamların % 87 ‘si subprime kredilere aittir.

NAHB endeksi konut sahiplerinin beklentilerini gösteren bir endekstir. Konut sahiplerinin 6 aylık dönem için konut fiyatlarındaki beklentilerini gösterir. Endekse göre konut fiyatlarında 2006 yılından itibaren düşüş beklentisi göstermektedir. Dikkat çeken nokta krizin bir yıl öncesinden düşüş eğiliminin başlamasıdır.

2- Faiz Yapısının Uyumsuzlaşması

Başkan Bush Yönetiminin özellikle düşük gelirli aileleri hedef alan konut edindirmeye yönelik politikaları nedeniyle her türlü esneklik sağlanması sonucu subprime ve değişken faizli konut kredilerinin sayısında artış olmuştur.


Ancak ABD Hükümeti tarafından desteklenen bu programlar çerçevesinde , her türlü yatırımın hükümet tarafından sağlanacağı düşüncesiyle yatırımcılar tarafından doğru bir planlama yapılmadan konut alımları gerçekleşmiştir. Bu çerçevede kullanılan konut kredilerinin de özellikle değişken faizli olan mortgage kredilerinin geri ödeme tutarları , faiz oranlarının artması nedeniyle oldukça yüksek düzeylere ulaşmıştır.
Örneğin 2005 yılında değişken faizli subprime mortgage kredisi kullanan bir kişi , bu kredilere tanınan ilk iki yıla ilişkin faiz ödemesini 2005 – 2007 Eylül döneminde yaklaşık % 3,75 faiz üzerinden yaparken , bu süre sonunda değişken faize geçtiğinde faizlerin % 5, 75 ‘ e çıkmasıyla birlikte mortgage kredisine ilişkin faiz oranının da yükselmesiyle kredi geri ödemelerinde güçlük yaşamıştır.

3 – Konut Fiyatlarında Balon Artışlar

Kısa vadeli dolar faizlerinin yükselmesiyle birlikte , sürekli yükselen konut fiyatları , 2006 yılında gayrimenkul piyasasında başlayan durgunlukla birlikte düşmeye başlamıştır.
Fiyatların daha da yükseleceği düşüncesiyle yüksek faizlere katlanan tüketiciler için beklentilerin tersine gelişmeler olmuştur.

Değişken faizli subprime mortgage kredilerinin piyasalar üzerinde baskı yaratmasının ardından FED tarafından faiz oranlarına müdahele edilmiş ve kısa vadeli faiz oranları düşürülmüştür. Ancak faiz oranlarının düşürülmesi mortgage kredilerinin taksit ödemelerini bir dereceye kadar indirmiş ama bu sefer de teminat niteliğindeki konutların değerini de azaltmıştır. Konut değerlerinin yüksek olduğu dönemlerde mortgage kredilerine dayalı menkul kıymetlerin düşük risk grubunda değerlendirilerek yatırımcılara sunulmasının ardından teminat niteliğindeki konut değerlerinin ani düşmesiyle büyük zararlar kaydedilmiştir.

4- Menkul Kıymetlerin Fonlanmasında Yaşanan Sıkıntılar

Mortgage kredilerine dayalı olarak ihraç edilen menkul kıymet piyasasının temel fon kaynağı olan mortgage kredi ödemelerinin yapılamaması nedeniyle ikincil piyasanın fonlanmasında sıkıntılar yaşanmaya başlamıştır. Özellikle subprime mortgage kredilerinin menkul kıymetleştirilmesi , sermaye piyasalarını derinleştirmekten ziyade mevcut işleyişin temelden bozulmasına neden olmuştur.

1996 yılında ABD’de mortgage kredilerine dayalı toplam 492, 6 milyar dolar menkul kıymet ihraç edilmiş ve bu miktar 2007 yılında 2, 050 , 1 milyar dolara yükselmiştir.
İkincil piyasada bu kadar geniş hacimli bir piyasa yaratılmış ve bu piyasanın fon kaynağı olan mortgage kredileri geri dönmemeye başlayınca da tahvil geri ödemeleri yapılamamıştır.

Mortgage kredilerine dayalı menkul kıymetlerle risklerini dağıtmaya çalışan ancak risklerini yok edemeyen finans kuruluşları zarar açıklamaya başlamışlardır. Sonuçta piyasalarda panik havasının oluşması bankalardan para çekilmesine , sermaye hareketlerinin yavaşlamasına neden olarak likidite sorunlarını gündeme getirmiştir.

5 – Kredi Türev Piyasalarının Genişlemesi

Kredi sağlayan kurumlar alacaklarını teminat göstererek büyüklüğü trilyon doları bulan konut tahvillerini piyasaya satmışlardır. Bu tahvillerin getirileri , ABD Hazine Bonosu ‘nun çok üzerinde olduğu için özellikle riskli ve yüksek getiri hedefleyen serbest fonların bu tahvillere yönelmesinde etkili olmuştur.

Bankalar kredi alacaklarını menkul kıymetleştirme yoluyla yatırım aracı haline çevirdikleri için mortgage piyasaları , sadece kredi veren kuruluşla kredi kullanan arasındaki kredi ilişkisine bağlı bir piyasa olmadığından tüm finansal sistem artan faizler karşısında dalgalanma sürecine girmiştir.

Kredi veren kuruluşlar , CDO gibi karmaşık yapıdaki yatırım araçları yoluyla yeni kazançlar elde etme imkanı bulmuşlardır. Bu menkul kıymetler , daha yüksek kar elde etmek isteyen yatırımcılar için de yeni bir alternatif haline gelmiştir. Serbest fonlar gibi yüksek kaldıraçla işlem yapan fonlar , yüksek kar elde etme isteğiyle bu tür kredi ürünlerine büyük ilgi göstermişlerdir.

6 – Kredi Derecelendirme Sürecinde Sorunlar

Kredi derecelendirme kuruluşları genellikle sadece kredi borcu ödememe riskine karşı varlıkların derecelendirmesini yapmışlardır. Ancak bu bakış açısı yatırımcılar tarafından yanlış anlaşılmıştır. İkincil piyasalarda işlem yapan yatırımcılar için piyasa riski ve likidite riski söz konusudur.

Nitekim ikincil piyasalarda yaşanan krizin en belirgin riski likidite riskidir. AAA ile derecelendirilen hükümet devlet borçlarından oldukça farklı olan ticari mortgage kredilerine dayalı CMO’lar da AAA ile derecelendirilmiştir.

Derecelendirme kuruluşları Moody’s tarafından yapılan öneriye kadar holding varlıkları ile benzer özellikler gösteren devlet bonolarının aynı olduklarını kabul etmişlerdir.

Moody’s piyasa ve likidite riskini de kapsayan kredi temerrüd riski gibi detaylı kategorilerde derecelendirme yapılmasını önermiştir.

Son olarak , derecelendirme yapısına bakıldığında , subprime mortgage kredilerine dayalı tahvillerin % 96 ‘ sına A grubu derece verilerek en başta sistemin temelinin sorunlu olarak kurulduğu görülmektedir.

Bu nedenlere ek olarak ; küresel krizin temelinde yatan nedenlerin bileşkesinin analizini yaptığımızda ilk etapta göze çarpan konular : küresel likidite bolluğu , küresel ekonomide uzun büyüme devresi ve bunların sonucunda artan risk iştahı , yatırımcıların kar ihtirası , dikkatsizliği , tecrübesizliği , bankacılara tanınan teşvik paketleri , finansal ürün ve hizmetlerde innovasyon , ‘’ moral hazard ‘’ ikilemi dir.

Aslında , bir bakıma kriz üreten yapı kapitalizmin DNA’sında saklı. Dolayısıyla ileride bu veya başka karekterli krizlerle karşı karşıya kalınmaması yepyeni bir ekonomik paradigmanın oluşturulmasına bağlı . Fakat gelişmeler böylesine bir radikal yapının şu aşamada kurulmasını ümit etmenin bir ütopya olduğunu ortaya koyuyor. Hal böyle olunca , ilk ele alınması gereken öncelikli konunun ‘’ düzenleme ve gözetim ‘’ alanına odaklanmak olduğu ortaya çıkıyor.

ABD Hazine Bakanlığı Mart 2008 sonunda ‘’ Blueprint for a Modernized Financial Regulatory Structure ‘’ ( Modern Bir Düzenleyici Yapı İçin Tasarı ) adlı bir dokuman açıklamıştı. Bush Yönetimi , Hazine Bakanı Hank Paulson ( eski Goldman Sachs CEO ‘su ) tarafından açıklanan bu dokuman krizin asıl nedeni konusunda satır aralarında önemli bulgular içeriyor ve krizin asıl suçlusu olarak ‘’ düzenleme ve denetleyiciler ‘’ i ilan ediyordu.

Aslında , olaya tarihsel perspektiften bakıp 1929 ‘daki Büyük Buhran’ı incelediğimizde şunu görüyoruz. Büyük Buhran temelde , ticari bankaların büyük bir kar ihtirası içinde , uygun olmayan düzey ve şekillerde menkul kıymet piyasasında aldıkları riskler sonucunda çıkmıştı. 1933 yılında , öncülüğünü iki Demokrat Parti ‘linin yaptığı ve onların adları ile anılan Glass – Steagal Act ( GSA ) adlı yasa çıkartılarak halkın mevduatını toplayan ve Hazine garantisi altında olan ticari bankaların menkul kıymet piyasasında sermaye işlemleri yapması yasaklandı. Ticari ve Yatırım bankacılığı kurumsal olarak ayrıldı.

Ticari bankaların gözetim ve denetimi FED , yani ABD Merkez bankaları tarafından yapılırken , yatırım bankaların gözetim ve denetimi ‘’ Securities and Exchange Commission ‘’ a verildi. ( Bizdeki ‘’ Sermaye Piyasası Kurulu ‘’ ) . Şimdi çok önemli bir konuya değinmek istiyorum.

FED’in düzenleme ve gözetimi , literatürdeki deyimiyle , işin ‘ prudence ‘ yani ‘ basiret ‘ yönünde , diğer bir deyişle ‘ finansal sağlamlık ve istikrar ‘’ boyutunda odaklanırken , SEC , işin ‘’ conduct of business ‘’ , yani , ‘’ işin yürütülme şekline ‘’ , daha doğru bir tarif ile , ‘’ mevzuata uyum ‘’ a odaklanır.

Dolayısıyla , işin özünde , yatırım bankaları ‘’ kurumsal risk yönetimi ‘’ boyutunda kendi tercihlerini uygulama esnekliğine daha fazla sahip olmuşlardır.

Şimdi krizin çıkışı konusunda kesinlik kazanan üç bulguya geldik.

( 1 ) Birkaç tanesi hariç ABD Yatırım Bankaları risk yönetimi konusunda yeterli dikkat ve etkinliği göstermemişlerdir. Neden ? Çünkü , risk yönetimi konusunda gösterdikleri zaaflar karşısında ciddi yaptırımlar ile karşı karşıya değildiler .

( 2 ) Benimsenen zati haklar ve teşvik mekanizmaları ‘’ kar ve para kazanma ‘’ ihtirasını körükledi.

( 3 ) Yatırım bankacılığı ve ticari bankacılığı birbirinden ayıran GSA , 1993 yılında , uzun yıllar önce başlayan çalışmaların sonucunda Başkan Clinton yönetimi sırasında kaldırıldı. ( Yatırım bankaları kongre üyelerini parasal olarak destekleyerek istedikleri yasaları çıkartabilmektedirler )

GSA’nın kaldırılması sonucunda bazı finans grupları ( Citibank gibi ) aynı holding yapısı içinde yatırım bankacılığı faaliyetlerini sürdürdüler. Haliyle ; sermaye yapısı , kredi ilişkileri ve iş yapma matriksi daha karmaşık ve bağlantılı hale geldi. İşler Yatırım bankası cephesinde sarpa sarınca , onun uzantılarına ve ticari bankalara da yaygınlaştı.

Yukarıdaki ilk iki bulgu konusunda çok çarpıcı bir gelişmeye değinmek istiyorum.
Yakın bir zaman önce New York Times ‘da bir makale yayınlandı , daha sonra bu makale International Herald Tribune gazetesinde de yayınlandı.

Yazının ismi ‘’ How Merrill Lynch stumbled and fell during a dangerous dance ‘’ ( Merrill Lynch tehlikeli bir dans yaparken nasıl tökezledi ve düştü )
Bu yazı iki bulgumuza dayanak sağlayan somut argümanlar sunmakla birlikte aynı zamanda , gelişmiş finans sektörlerinde , kriz çıktığından beri en merak edilen konulardan biri olan , ‘’ nasıl olup da risk yönetimi konularına bu kadar ağırlık verdiği söylenen gelişmiş finans piyasalarında , çok bariz bir şekilde risk yönetiminin göz ardı edildiği bir kriz çıktı ‘’ sorusuna da net açıklayıcı cevaplar verme niteliğine sahip.

Yazının IHT’deki ilk sayfasındaki tanıtım başlığı , hikayenin anlatıldığı sayfadakinden farklı. ‘’ How the thundering heard at Merrill faltered and fell ‘’ Yani ( Merrill’ deki tehditkar sürü nasıl sendeledi ve düştü ) diye oldukça ağır bir başlık. Bu başlık ile vurgulanmak istenen , Bankanın batma noktasına gelmesinin nedeninin , gözlerini büyüme ve kar ihtirası sarmış olan bir üst düzey yönetim ekibinin fütursuzca ve tehditkar bir tutumla risk yönetimi ilkelerini dışlaması.

Yazı , önce ekibi tanıtıyor . Ekibin başında Merrill’in otokratik lideri Stanley O ‘ Neill var. Etrafında da , güven duyduğu teğmenlerinden oluşmuş bir grup ve bunun iki vazgeçilmez ismi var.

Birincisi , Merrill’in kredi ve piyasa risk yönetimi , kurumsal yönetişim ve iç denetiminden sorumlu yöneticisi , Mısır doğumlu eski Exxon yöneticisi Ahmass Fakahany , ikincisi ise Türkiye doğumlu , Merrill’deki sabit getirili menkuller , döviz ve anamallar bölümlerine bakan Osman Semerci.

Bu ekip sayesinde Merrill kısa bir süre içinde en hızlı ve en fazla büyüyen banka oluyor.
Geçmişte , JP Morgan uzmanları tarafından geliştirilen masum ve altında teminat olarak gerçek varlıkların bulunduğu CDO ( Collateraziled Debt Obligations – Teminatlandırımış Borç Yükümlülükleri ) ürününü sentetik CDO’lar haline çevirerek ( yeni sanal varlıklarla destekleyerek ) inanılmaz büyüklüklere ve ( sonradan zarara dönüşeceği belli ) karlara ulaşıyorlar.

Ahmass Fakahany Banka’nın iç denetim kontrollerini zayıflatarak makinenin dönmesini sağlıyor. Hatta , Banka’nın alım ve satım katında görev yapan trader’ları ile alınan riskler konusunda konuşmalar yapan görevlileri engelliyor.

Osman Semerci ‘sert adam ‘ rolünü oynuyor ve alınan gerçek riskler hakkında denetçilere bilgi veren trader’ları ağır bir şekilde cezalandırıyor. Bu tür metodlar ile büyüyen portföydeki artış ( bugün devlet yardımı ile zor ayakta duran ) AIG sigorta şirketi artık sigortalamayacağını bildirince sonun başlangıcına geliniyor.

Kanımca , denetim ve gözetim yapısındaki zaafiyetin nelere yol açabileceğini bundan daha açık gösteren bir örnek olamaz. Şimdi de bu kriz bizi nasıl etkiler sorusuna kısaca bir cevap vermeye çalışalım.

Yakın bir zaman önce , ‘’ Küresel kriz bizi teğet geçer ‘’ şeklinde bir tez dillendirilmişti ülkemizde. Aslında bu tez bazı ekonomistlerin ortaya attığı ‘’ decoupling ‘’ yani ‘’ ayrışma ‘’ kavramına atıfta bulunuyordu. Yükselen Piyasa Ekonomilerinin ABD merkezli subprime mortgage krizinden tam olarak etkilenmeyeceğini ifade ediyordu.

Fakat , bu tezin gerçeği yansıtmadığı net olarak ortya çıktı. Çünkü , ülke ekonomileri küreselleşme olgusunun beraberinde tam olarak iç içiçe geçmişti.

Bu kriz ülkemizi nasıl etkiler diye düşündüğümüzde şunu görmekteyiz . Kriz sonucunda oluşan güven bunalımı ve de azalan risk iştahi , eskisi gibi uzun vadeli ve düşük faizli kredi bulmayı engelleyecek ve ayrıca ihracatımızı büyük oranda gerçekleştirdiğimiz AB’liği ülkelerinde başlayan resesyon da sorunlarımızı daha da arttıracak.

2009 yılı itibarıyla , roll –over yapmamız ( çevirmemiz ) gereken yaklaşık 95 milyar dolarlık dış borç stoğunu , yüksek cari açığımız ile beraber düşündüğümizde karşı karşıya olduğumuz sorunun büyüklüğünü ortaya çıkıyor.

Yine kısa bir zaman önce de Uluslararası Kredi Derecelendirme Kuruluşu Standart and Poor’s ‘ un Türkiye’nin kredi notunu düşürmüş olması da , bundan sonra daha kısa vadeli ve daha yüksek faizle kredi temin edebileceğimizi belgeler niteliktedir. Bu olumsuzkuk -
lara karşın , ülkemizde 2001 krizi sonrası bankacılık sistemimizin risk temelli yeniden yapılandırılması ve de ABD ‘deki gibi finans sistemimizde karmaşık yapıda finansal enstrümanların bulunmayışı bizim artılarımızı oluşturmakta.

Değerlendirmemizin bu bölümünde de son olarak , bu krizi sonrası makro ölçekte neler yapılabilir sorusuna cevap bulmaya çalışacağım.



KRİZ SONRASI YENİ SİSTEM İÇİN ÖNERİLER



1- IMF ve Dünya Bankası yeniden yapılandırılmalıdır. IMF , artık gelişme yolundaki ülkelerin ekonomik sorunlarını çözmeye çalışan kurum kimliğinden çıkarılmalı , bu işler Dünya Bankası’na devredilmelidir. Dünya Bankası gelişme yolundaki ülkelerin proje ve sektör kredi ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra bu ülkelerin ekonomik sorunlarının çözümüne destek sağlama fonksiyonunu da üstlenmelidir.

2- IMF ‘nin bir bölümü yine IMF adını koruyarak Dünya Bankası’na devredilmeli ve bu fonksiyonu yürütmelidir. Bugünkü IMF’nin de adı değiştirilmek suretiyle ( Küresel Düzenleme ve Politikalar Kurumu gibi ) tümüyle politik bir kurum haline getirilmelidir.
Bu kurumda bütün üye ülkelerin gruplar halinde temsil edildiği bir icra kurulu olmalı ve bu kurul bu düzenlemeleri onaylamalıdır.

Bu yeni kurumun üç temel görevi olmalıdır.

a- Mali sektörle ilgili kuralları geliştirmek ve küresel sisteme dahil olan bütün ülkelerde uygulanmasını gözetmek ,

b- Mali sistemle ilgili denetim mekanizmasının temel çerçevesini oluşturmak ve küresel olarak uygulanmasını sağlamak ,

c- Küresel sisteme geçerli olacak maliye ve para politikasının çerçevesini oluşturmak ve bunun küresel olarak uygulanmasını gözetmek.

Kuşkusuz , her ülkenin ekonomik yapısı farklı olduğu için farklı kurallara , farklı denetim mekanizmalarına ve farklı politika uygulamalarına sahip olması doğaldır. Ama , bu farklar küresel sistemi bozacak , krize neden olacak ,ötekilerin aleyhine gelişmeler yaratacak biçimde ya da sonuçta sistemik risk yaratacak bir düzen içinde olmamalıdır.

Yeni kurum , bu kurallara ters uygulamalar içinde olan ülkeler için yatırımcıları uyarma görevi üstlenmeli ama yatırımcılara engel olmamalıdır.

Örneğin ABD ‘de ve İngiltere ‘de ortaya çıkan bu son finansal balonu önceden saptayıp büyümesini önleyecek uyarıları yapabilmeli ve bunu küresel kamuoyuyla paylaşabilmeli-
dir. Bütün bu uyarılara karşın o ülkelere ya da alanlara yatırım yapanlar ise kendi risklerini kendileri üstlenmiş olarak oraya girmeli , batış halinde de kimseden destek ya da yardım beklememelidir.

3- Likidite bankaların regülasyonunun merkezinde olmalıdır. Dünyanın her yerinde regülasyonlar likiditeye yetersiz dikkat göstermiştir ; onun yerine sermayeye odaklanmış
tır. Basel 1 ve bunun gibi sermaye yeterliliğiyle ilgili kriterler ön plana çıkarılmıştır.
Fakat , son kriz bizlere çok güçlü sermaye yapısına sahip bankaların da yüksek riskli mortgage kredilerinin neden olduğu likidite azalması şokuna açık olduğunu göstermiştir.
Bankalar fonlama pozisyonlarını yönetmek için doğru teşviklerle karşı karşıya olmalıdırlar. Stratejilerini toptancı fonlama üzerine inşa eden küçük bankalar doğru sigortaya sahip olmaya özendirilmelidir.

4- Zora düşen bankalara hızla müdahele edebilmek amacıyla , bankanın sigorta edilmiş olan mevduatını bankanın tüm bilançosundan hızla ayrıştırıcı bir mekanizma geliştirilme
lidir.

5 – Mevduat sigorta sistemi , risk temelinde yeniden yapılandırılmalıdır. Yüksek riskle mevduat toplayıcıların , yüksek risk primi ödemeleri sağlanmalıdır.

6- Merkez Bankaları bankalara son çare olarak borç vermelidirler. Merkez Bankaları , likit olmayan ama iyi bir teminat karşılığında bankalara kredi verebilmelidir. Ama , bu , ancak bankayı daha da kötüye götürecek düzeyde olmayan bir ‘ ceza oranı ‘ nda olmalıdır.

7- Merkez Bankaları’nın sistematik bir krizde piyasaya likidite enjekte ederken , kime ne kadar para vereceğinin belirleyicisi risk faktörü olmalı , buna ilişkin teşvikler ve cezalar olmalıdır.

8- Bu risk faktörünün değerlendirilmesi ; buna ilişkin teşvikler ve cezalar Merkez Banka’ları dışında regülasyonları yapan düzenleyici ve denetleyici kuruluşlar ile tasarruf mevduatını yönetenler tarafından yapılmalıdır.

Merkez Bankaları , mevduat sigorta fonları ve de regülasyon konusunda bu önerilerimiz paralelinde ülkemize bakacak olursak: Şunları söyleyebiliriz ;


BDDK , tasarruf mevduatından da sorumlu olmak üzere , düzenleyicilik ve denetçilik göreviyle kurulmuştu. Bu doğru bir adımdı . Sonra işin tasarruf mevduatı boyutu elinden alındı ve TMSF ‘ye verildi. Şimdi , regülatör olarak BDDK , teşvik ve ceza sisteminin en önemli aracı olan mevduat sigorta aracından yoksun. Yine , TMSF ‘nin sorumluluğu BDDK’ya verilmelidir. TMSF , mevduat sigorta konusunu bankaların taşıdığı risklere göre belirleme kapasitesine ve methoduna sahip olmalıdır. Ve tabii ki TCMB , BDDK ,TMSF ‘u arasında etkin bir koordinasyon kurulmalıdır.

9 – Merkez Banka’ları son örneğini yaşadığımız global krizde ihtiyaç duyulan likidite konusunda ‘’ benim görevim sadece fiyat istikrarını sağlamaktır ‘’ deyip kenara çekilmemeli tersine piyasaını n gereksinme duyduğu likidite ihtiyacını süratle karşı -
lamalıdır.

10 – Son krizde , sıklıkla Hedge fonların özellikle Yükselen Piyasa Ekonomileri ‘nden hızla çıktığı gözlendi. Ve bunun doğal sonucu da bu piyasalarda oluşan kurlardaki ani sıçramalardı. İşte bu aşamada bu ülkeler kritik dönemlerde hassasiyeti düşürücü , spekülasyon önleyici bir vergi aracı olarak Tobin vergisini ve özellikle de Tobin Vergisi ‘nin Spahn versiyonunu gündemlerine almalıdırlar.

Bu konuyu biraz açmakta fayda görüyorum. Spekülatif amaçlı döviz ticaretinin vergilendirilmesi konusu ilk olarak 1978 yılında Nobel ödüllü bir Amerikalı iktisatçı olan James Tobin tarafından ortaya atılmıştır. Tobin vergisi spekülatif amaçlı döviz işlemleri üzerinden alınacak olan bir vergidir.

Son yıllarda gelişmekte olan ülkelere yapılan kalkınma yardımları ciddi bir şekilde azalmış ve BM gibi uluslararası kuruluşların bu amaçla kurdukları yardım fonlarının kaynakları kurumaya başlamıştır. Çünkü fonların finansörü durumundaki gelişmiş ülkeler artık fonlama yapmaya devam etmek istememektedirler. Buna karşılık , spekülatif döviz işlemleri üzerinden alınacak bir Tobin vergisi dünyadaki yoksulluk, azgelişmişlik ve çevre sorunlarının çözümünde bağımsız ve kalıcı kaynak olarak ortaya çıkmıştır.
Hesaplamalara göre , bu amaçlı bir vergiden yılda 150 – 300 Milyar dolar dolayında bir gelir sağlanabilir. Öte yandan , BM ve Dünya Bankası ‘nın hesaplarına göre , global yoksulluk , azgelişmişlik ve çevre sorunlarının giderilebilmesi için yılda gerekli olan para 225 Milyar dolar civarındadır.

Bu vergi bu fonksiyonuna ek olarak spekülatif işlemin yapıldığı ülkeye de vergi gelir sağlamaktadır. Çünkü bu tür işlemlerden elde edilen vergiler ; BM ve de bu tür işlemlerin yapıldığı ülke arasında paylaştırılacaktır. ( BM bu vergi gelirlerini yukarıda söz edilen sorunlarla mücadele etmek için kullanacaktır )


Bu vergi , sözü edilen kısa vadeli yabancı sermaye akımlarının yıkıcı etkilerini hafihletici bir işleve sahiptir. Verginin matrahını interbank ‘taki kısa vadeli , iki taraflı spekülatif arbitraj işlemleri oluşturur. Tobin , vergiyi ilk olarak önerdiğinde verginin matrahını bir başka ulusal para cinsinden ifade edilen tüm finansal araçların alım satım işlemlerinin oluşturması gerektiğini savunmuştur. Güncel yorumunda bu verginin matrahının geleneksel dövizli işlemlerin yanı sıra spot ve forward işlemleri , döviz swapları ve döviz kontratlarını ( ulusal bir parayı gelecekte satın alma hakkı doğuran ) ve gelecekte yeni teknolojilerle ortaya çıkabilecek yeni finansal araçları kapsayacak genişlikte ve esneklikte olması gerektiğine inanılmaktadır.

Önerimin başında özellikle ‘’ Tobin Vergisi ‘nin Spahn Versiyonu ‘’ na vurgu yapmıştım. Çünkü , günümüzde görülen yüksek oranlı devalüasyonlar ve bunların motive ettiği kar beklentileri spekülatörlerin % 0,1 - % 0,5 aralığında bir vergiyi göze alarak spekülasyondan vazgeçmeyeceğini göstermektedir.

Alman iktisatçı Paul Bernd Spahn’in getirdiği yaklaşım bu soruna çözüm getirecek niteliktedir.

Sphan vergiyi iki aşamalı ve iki oranlı ( two – tiers ) olarak tasarlamıştır. Asgari bir işlem vergisi ve ilave bir vergi ( surcharge ) . Asgari vergi , finans piyasalarının normal işleyişini zedelemeyecek ölçüde küçük oranda ve kalıcı olarak alınır ve gelir yaratma işlevi asıl bu vergiye aittir. Öte yandan ilave vergi spekülasyon ve dolayısyla da kurların oynak olduğu zamanlarda ve spekülasyon önleyici olarak ve yüksek oranda ve geçici olarak uygulanır. Bu vergiden beklenen gelir yaratması değil piyasaları istikrara kavuşturmasıdır. Yani bu vergi spekülasyonun hemen öncesinde ya da spekülasyon sırasında bir devre kesici olarak değerlendirilmiştir.

Özetle , bu tarz bir vergi kısa vadeli , spekülatif döviz ve sermaye akımlarını caydırmak suretiyle bu akımların döviz ve sermaye piyasaları üzerindeki yıkıcı etkilerini azaltır ve piyasaları sakinleştirebilir , ulusal siyasi otoriteyi güçlendirir , piyasaların globalizasyon –
unundan etkilenmiş devletlerin vergi kapasitelerini restore ederek vergileme kapasitesini arttırabilir.


Global finans krizi konusundaki bu analizimizi "Krizler kapitalizmin DNA’sında mevcuttur" şeklindeki tezimize değinerek sonlandırmak istiyorum.

Geçmişe şöyle bir baktığımızda 1929 büyük bunalımını , ardından 1970’lerde Breeton Woods sisteminin çöküşünü , sonra 1980 ‘lerde ABD’deki Savings and Loans şirketlerinin batışını , 1987’deki borsanın çöküşünü , 1997’de Uzakdoğu krizinin küreselleşmesini hatırlayıveriyoruz.

Bu son kriz de kapitalizmin küreselleşmesinden sonra geldi. Bunlara baktığımızda kapitalizmin sistem gereği kriz yarattığını düşünmemek mümkün değil. Bilindiği üzere , kapitalizmin ya da şimdiki adıyla piyasa ekonomisinin temelinde Adam Smith’in ünlü sözü ‘’ Bırakınız yapsınlar , bırakınız geçsinler ‘’ sözü yatıyor. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler. Bunun dayanağı ise insanın çıkarı peşinde koşacağı ve çıkarını maksimize edeceği yaklaşımı.

Sistemin mantığı gereği insanlar kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışınca toplumun çıkarı da maksimize olur. Ama , ne yazıkki kapitalizmin bu en temel varsayımının gerçeği yansıtmadığı , çok açık bir biçimde defalarca kanıtlandı. Ve , çıkarı maksimize etmeye yönelik adımların iyi denetlenmediği ve kurallara bağlanmadığı takdirde hileli ve kural dışı yollara kolayca sapabilmeye yol açtığı görüldü. Bu güne kadar çıkan mali krizlerin tamamında bu tür kural dışılıklar ve denetim eksiklikleri söz konusu. Yakından izlediğimiz son üç krize baktığımızda bunu açıkça görebiliyoruz.

1997 yılında Uzak Doğu da başlayan ve küreselleşen mali kriz , bankaların kredi verirken yeterli titizliği göstermediğini , gerekli incelemeyi yapmadığını ortaya koydu. 2001 yılında Türkiye’nin yaşadığı kriz de aynı şeyi ortaya koydu. Şu an içinde yaşadığımız kriz de de aynı durum söz konusu.

Kapitalizmde çıkar kovalamak , kural koymaktan da denetimden de hızlı davranıyor. Sistem bunu özendiriyor , çünkü sistemin özü bu felsefeye dayalı. Böyle olunca da’’ sistem kendi içinde kriz barındırıyor’’ demektir. O halde kapitalizm bu şekilde davrandığı sürece kriz yaratmaya devam edecek.

Bunu ilk kez Karl Marx öngördü. Kapitalizmin krizden kurtulamayacağını , sonunda çökeceğini öne sürdü. Karl Marx , kapitalizmin içerdiği çelişkilerin bu sistemin yıkılmasına yol açacağını savunuyordu. 1929 büyük dünya bunalımı çıktığında Marx’ın eleştirilerinin haklılığı gündeme geldi.

Kapitalizm bu büyük bunalımdan başka büyük bir iktisatçı , John Maynard Keynes’in önerileriyle çıktı. Bu açıdan , Keynes’e "kapitalizmi idam sehpasından kurtaran adam" gözüyle bakabiliriz.


Keynes , ortaya koyduğu ekonomi teorisini aslında çok basit bir gerçekten hareket ederek geliştirmişti. Piyasa kendiliğinden dengeye gelemez. ( Görünmez el herşeyi düzenleyemez ) , devletin mutlaka karışması gerekir. Buna göre geliştirdiği ekonomi politikası kapitalizmi krizden kurtardı. Zaman içinde piyasanın üstünlüğü yine ön plana çıktı ve devlet ekonomiden çekildi. Küreselleşmeyle birlikte piyasa mekanizması doruk noktasına çıkmışken sistem bir kez daha krize girdi.

Yani , kapitalizm temelini oluşturan çıkara dayalı mekanizma nedeniyle kriz yaratmaya devam ediyordu. Ayrıca , kapitalizmin kişisel çıkar maksimizasyonuna dayalı yaklaşımı , bir süre de olsa , yüksek büyüme ve refah olarak siyasetçiye oy sağlıyor , oy maksimizasyonu peşinde olan siyasetçi de gereken önlemleri zamanında almıyordu.

Bütün bu nedenler sonuç olarak ; daha önce de belirtmiş olduğum ekonomik sistemde radikal bir paradigma değişikliğinin ‘’ olmazsa olmaz ‘’ olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Suçu Önlemede Multidisiplinel Yaklaşım

Bu makalemi, eksi adli tıp kurum başkanı Sayın Prof. Sevil Atasoy ile paylaşmıştım.

Dikkatinize sunulur.



Sayın Sevil Hanım ;

Her zaman olduğu gibi Pazar günleri Hürriyet Pazar ‘daki yazılarınızı büyük bir keyifle okumaya devam ediyorum. Geçenlerde Konya polisine bir eğitim verdiğiniz haberini okudum. Bu haberi okur okumaz belleğimde ‘’savaşcı ‘’ , ‘’ Alturizm ‘’ , ‘’Japon Gülü ‘’ , ‘’ Kardelen ‘’ gibi imgeler uçuşmaya başladı. Kısaca bunun nedenine değinmek istiyorum. Bana göre bu kavramla
rın tümü birbirleriyle ilintili ! Bundan yıllarca önce bir iş seyahati amaçlı Hakkari / Yüksekova ‘ya giderken tam Van’daki Hoşşap kalesinin önünden geçerken yolun kenarında kollarını iki yana açmış bir kız çocuğuyla karşılaş-
mıştım. Sert bir rüzgar esiyordu ve bu güzelim kız çocuğu birden aklıma –yanlış hatırlamıyorsam eğer – Prof.Dr Atalay Yörükoğlu’nun yazmış olduğu ‘’Savaşçı ‘’ isimli kitabın kapağındaki iki kolunu yana doğru açmış insan ilüstrasyonunu getirmişti. Bu kız çocuğu da bütün olumsuz koşullara rağmen ‘’ ben varım, ben savaşcıyım ‘’ diyordu o harikulade duruşuyla ! Arabayı durdurup alnından öpmüştüm onu.

Japon Gülü’ne gelince , o da bataklık gibi en olumsuz ortamlarda bile açan ve sanki Ataol Behramoğlu’nun ‘’ Umuduma kurşun sıksa da ölüm , unutma umuda kurşun işlemez gülüm ! ‘’ diyen bir çiçek . Kardelen, ondan farkı var mı ki , o da karı delerek açan mücadeci bir canlı. Alturizm ( diğerkamlık ) ise kanımca insanı kutsallaştıran en soylu duygu.

Sevil hanım ,siz benim belleğimde yukarıda özetlemeye çalıştığım duygu ve düşüncelerin bir sentezisiniz . Belki diyebilirsiniz ki ‘’ Cengiz bey ,bu sade –
ce sizin bir hipoteziniz kaldı ki beni tanımıyorsunuz ‘’. Burada özellikle şunu vurgulamak isterim ki sizin hakkınızdaki hipotezim test edilmiş bir hipotez. Karl Poppper isimli bir bilim felsefecisi var. Popper , bilimselliği kafamızın içindeki teorilerin ‘’ yanlışlanabilir ‘’ olup olmadıklarını olgularla test etmek olarak tanımlıyor. Oysaki genellikle insanlarımız kafalarının içindeki teorileri olgulara yapıştırarak ya da salt kendi hipotezle-
rini destekleyecek kanıtları selektif bir şekilde bularak bilimsel bir yöntem izlediklerini sanıyorlar. Yaşamımda, .olayları değerlendirirken bu methodolojiyi uygulamaya çalışıyorum. Bu bağlamda bir bakıyorum ki ;





a-) Sevil hanım Ağustos sıcağında Konya polisine eğitim veriyor ve bundan büyük bir mutluluk duyuyor .

b-) ITO , Suçu Önleme ve Denetleme Stratejileri Merkezi ile birlikte bir proje başlatıyor ve bu merkezin başkanı Sevil Atasoy !

Sadece yukarıdaki iki örnek bile sizin hakkınızda oluşturmuş olduğum hipotezi doğrulayan olgular.

Şimdi ,yine ITO ile başlatılan projeye dönmek istiyorum.
Sevil hanım sanırım ilk önce İstanbul’un bir ilçesinde pilot olarak başlayacak projede ana hedefiniz , ilçedeki mağdurların yerini tespit edip fotoğrafını çekmekten vazgeçip , suçu önlemeye doğru bir adım atabilmek.
elde edilecek verileri yerel yöneticilerle değerlendirip , birlikte bir strateji geliştirmek.

Bu çalışmada izleyeceğiniz yöntemi şöyle anlatmışsınız.
‘’ İnsanlara soru soracağız : Şimdiye kadar başınıza bir şey geldi mi ?
Yanıtı evet olanlara 2. soru : Bunu şimdiye kadar yetkili bir kuruma bildirdiniz mi ? Eğer cevap hayır ise şimdiye kadar istatistiklere yansımayan ve hakkında fikir yürütemeyeceğimiz vakalarla karşı karşıyayız demektir. ‘’

Affınıza sığınarak bu çalışma konusunda ben de nacizane görüşlerimi sizinle paylaşmak istiyorum ;

a-) ‘’ Elde edilecek verileri yerel yöneticilerle değerlendirip bir strateji geliştirmek ‘’ işe başlangıç noktanız. Sevil hanım bana göre de bu aşama çok ama çok önemli. Biliyorsunuz ki bilişim teknolojileri bize bu alanlarda çok efektif kolaylıklar sunuyor.
Tam bu aşamada bizim çalışma alanımız olan bir konuya değinmek istiyorum ; ‘’ Veriambarı ve OLAP , Veri madenciliği ve Karar Destek Sistemleri ‘’

Veri ambarlarındaki verilerin karar destek sistemlerinde kullanılması aşağıdaki şekillerde olabiliyor.





1-Sorgulama ve Raporlama ,
2- OLAP ( OnLine Analytical Processing )
3- Datamining ( Veri madenciliği )

OLAP ve Sorgulamayı aynı katerogide değerlendirebileceğimiz için OLAP ve Datamining ‘ e bir bakalım.

Veri madenciliği ; Bu yapıda istatiksel bazı yöntemlerin yardımıyla veri içinde gizli desenlerin ortaya çıkarılması ve desenlerin geleceği tahmin etmek de kullanılması olanaklı. Mesela ASKİ ‘de çalışıyoruz . Şimdiye kadar tespit edilen kaçak su kullanan aboneleri veri madenciliği uygulaması-
na veririz. Uygulama bu abonele grubundaki gizli bağlantıları / desenleri bulur. Mesela su tüketim eğilimleri , borçlarını geciktirme süreleri gibi.
Bundan sonra elimizdeki 1 milyon aboneye bu desenleri uygularız ve kaçak su abonelerini buluruz. Meral Tamer’in 26 Temmuz 2008 tarihinde Milliyet Gazetesi’ndeki ‘’ İstanbul’da şiddet nasıl önlenir ? başlıklı yazısında şöyle deniliyor. ‘’ Peki ne yapacağız ? Diyelim ki bir mahallede , apartmanların giriş katında oturan yanlız yaşayan yaşlı insanların evleri peş peşe soyuluyor. Bu veriyi elde ettik mi ...... ‘’ Sevil hanım işte bu veriyi veri madenciliği yöntemiyle elde edebiliriz. Yaptığımız anket ve benzeri çalışma
lar sonucu elde ettiğimiz veriler arasında var olan korelasyonları / gizli desenleri veri madenciliğinde kullanılan cluster ( kümeleme ) ve Sequential Patterns ( Ardışık desenler ) gibi veri madenciliği algoritmaları ile açığa çıkarabiliriz.

Peşpeşe evleri soyulan insanlara baktığımızda ; bu insanların :

a-) Apartmanların giriş katında oturdukları ,
b-) Yaşlı oldukları,
c-) Yalnız yaşadıkları , bilgisini veri ambarından cluster algoritmasıyla çıkartabiliriz. Tabii bu noktada tek handikap bu tarz proseslerde çok veriye ihtiyaç duyulması , sizin ise çalışmanızın bir ilçe düzeyinde olması bu yöntemin uygulanabilirliği önünde bir kısıt oluşturabilir.


OLAP ( OnLine Analytical Processing )






OLAP yöneticiler ve analistlerin , verilere çok hızlı şekilde , farklı açılardan bakabilmelerini sağlayan bir yapıdır. ‘’Kim ? ‘’ ve ‘’ Ne zaman ? ‘’ soruları
ndan başka ‘’ Neden ? ‘’ ve ‘’ Eğer şu olursa ‘’ sorularının da yanıtını verir. ( Ör : Eğer şeker fiyatları % 5 ve taşıma faaliyetleri % 10 düşerse , yıllık ve çeyrekler bazında karlılık ne olur gibi . )

Sevil hanım , OLAP ‘ı sadece büyük özet tablolar gibi yorumlamak pek doğru değildir. Excel kullanıcılarının yakından tanıyacakları Pivot tabloları
nın, çok gelişmiş ve hızlı bir hali olarak gözönne getirmek daha doğru olur.
OLAP’ı iç içe geçmiş küpler olarak yorumlayabiliriz zaten bu nedenle OLAP yapılarına ‘’ küp ‘’ adı verilmektedir. Bir veri ambarının işletmede bulunması, OLAP’ a ihtiyaç olmadığı anlamına gelmez. Veri ambarı verileri uygun şekilde tutmaya ve kontrol etneye yarar. OLAP ise , veri ambarı verilerini stratejik bilgilere dönüştürmeye yarar.

Bir veri yapısının OLAP olarak nitelendirilebilmesi için 12 kural belirlenmiş
tir. Bu kurallar sırası ile :


• Çok boyutlu inceleme özelliğine sahip olması ,
• Şeffaflık ,
• Erişebilirlik,
• Her seviyede sorgulama için aynı performansı gösterebilme özelliği
• İstemci – Sunucu yapısında olması,
• Sınırsız şekilde çapraz sorgulama olanağının olması,
• En alt seviyedeki verilerin otomatik olarak ayarlanması,
• Her şarta uygun boyutlanabilirlik,
• Çok kullanıcı desteğinin olması,
• Her seviyede verilerin değiştirilebilir olması,
• Esnek raporlama özelliği,
• Boyut ve gruplamalarda sınır olmaması

Sevil hanım biz de şu anda OLAP bazlı bir sorgulama ve analiz yazılımı geliştirdik.




Bu OLAP konusuna bu derece ayrıntılı değinmemin iki nedeni var ; birincisi siz Adli Tıp Uzmanısınız ama anladığım kadarıyla bu teknolojilere de çok yakın birisiniz. İkinci neden ise KONYA – CSI dan Başkomiser Ertuğrul Güler’in şu sözleri ; ‘’ Eğer hızlı hareket edilmezse , katilden ve delilden hızlı uzaklaşılıyor.Hızlı hareket etmezsek olay yerindeki deliller yok olabiliyor . ‘’

Kanımca bu özellikleri itibarıyla , OLAP bazlı sorgulama ve analiz yazılım –
larını ;

a-) Hem siz İstanbul’da pilot ilçede suçu önleme ve denetleme stratejileri başlıklı çalışmanızda ;
b-) Hem de polis teşkilatları ( Konya Asayiş Büro Amirliği ) veri ambarında
ki verileri stratejik bilgilere dönüştürmek amacıyla yararlanabilir.

Bir OLAP küpü üzerinde yapılabilecek bazı işlemlerden söz ederek , OLAP
ın bize neler sağlayabileceğini netleştirmek isterim. OLAP küpü üzerinde şu işlemler yapılabilir :

Dice ( Çevir ) : Satış verisinin bölge – zaman yüzünü incelerken , ürün –zaman yüzüne geçebiliriz.

Slice ( Dilimle ) : Bütün aralığı değil de belirli bir aralığı seçebiliriz. Mesela son 1 yıla ait dilim.

Drill Down : Ayrıntı seviyesinde altta in. Mesela yıl bazından ay bazına geç.

Drill Up : Ayrıntı seviyesinde yukarı çık. Mesela şehir bazından bölge bazına geç .

Mesela , Konya – CSI bu teknolojiyi kullanabilir ve ‘’ Çok hızlı ve çok boyutlu analizler ‘’ yapılabilir ki doğası gereği bu iki parametrenin optimum sentezi delilllere ulaşmak için yapılacak çalışmalarda dikkate değer bir katma değer sağlayabilir.



Yine OLAP’ın yararları konusunda biraz daha detaya indiğimizde şunları görürüz.

1-Analiz yapan kişiler , daha kendine yeterli , IT ‘ den bağımsız hale gelebilmektidirler. Nasıl bir holdingin CEO su IT den bağımsız çok boyutlu sorgulama yapabiliyorsa bu yapı sayesinde ,aynı şekilde mesela Konya Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şube Müdürü sayın Ercan Taştekin IT’den bağımsız hızlı bir şekilde çok boyutlu sorgulama ve analiz yapabilir.

2- Bu yapılar sayesinde IT sistemi de rahatlamakta , sistem üzerinde yer alan raporlar ortadan kalkmaktadır.

3- Farklı kaynaklardan alınan veriler konsolide edilmekte ve veri güvenliği sağlanmaktadır.

4- Veriler toplamları alınmış şekilde bulunduklarından , toplam verilerin bulunması için gerekli raw-data , analistin makinesine aktarılması gerekme –
diğinden , network üzerinde büyük ölçüde bir trafik kazancı sağlanmaktadır.

5- Zaman kazancı , aynı zamanda kaynakların etkin kullanımı demektir.

Sonuç olarak , yöneticiler ve analistler örneğin demografik veriler ( yaş, cinsiyet , eğitim durumu ) , sayısal veriler , zaman ve bunun gibi tanımlanan verileri yatay ve düşey eksenlerde çakıştırarak görmek isteyebilirler.

İlişkisel veri tabanları , bu şekilde raporlara izin vermezler , fakat raporlama araçlarının yetenekleri ile , belirli bir noktaya kadar tolere edilebilir.
Fakat daha karmaşık analizler işin içine girdiğinde , bir OLAP yapısı kurmadan bu raporları almak imkansız hale gelebilir. Yani, polis teşkilatla-
rında bu yapının kullanılması büyük yararlılıklar sağlayabilir gibi geliyor bana.

Sevil hanım , yine affınıza sığınarak İstanbul çalışmanızda insanlara soracağınız 2 soruya değinmek istiyorum.

Soru 1 : Bugüne kadar başınıza bir şey geldi mi ?
Soru 2 : Bu durumu yetkili makamlara bildirdiniz mi ?
Bu sorular ben de bazı çağrışımlar ve düşünceler yarattı , şöyleki :


a-) 1991 yılında Üsteğmen’ dim ve geçici görevle Diyarbakır’ın Lice İlçesi Tepeköy ‘de bulunuyordum. Sizin muhakkak çok iyi bildiğiniz üzere Nüfus Planlaması projesi kapsamında kadınların kontrolsuz doğurganlıklarının önüne geçme çalışmasının bir boyutu da ‘’ spiral ‘’ uygulamasıydı. Şunu gördük kü paradoksal olarak hem kadınlar fazla çocuk doğurmak istemiyorlar ama aynı şekilde spiral kullanmayı da red ediyorlardı. Çok sonra öğrendik ki kadınlar spiral ile devletin kendilerini dinleyeceklerini düşüniyorlar. ( İnanılmaz bir güvensizlik )

b-) Yine yıllar önce Amerika’lı bir araştırmacı bayanın Konya bölgesinde yaptığı bir araştırmada yaşanan bir durumu okumuştum. Araştırmacı bayan bir soru soruyor kadınlara ‘’ Haftada kaç kez yıkanırsınız ‘’ , bütün kadınlar bu soruyu cevaplarken bir kadın utana sıkıla hiçbir şey söylemiyor. Neden sonra o kadının bir arkadaşı Amerikalı araştırmacının tercümanına diyor ki ‘’Onun eşi çok hasta , hafta da bir kez yıkansa iyidir ! ‘’
Bakar mısınız , yıkanma olayının algılanış biçimine ?

c-) Yine TÜBA’nın yaptığı bir araştırmaya göre ülkemizde Güven endeksi çok düşük seviyelerde yani Sevil hanım insanlar birbirine güvenmiyorlar.

d-) Geçen hafta bizzat benim yaşadığım bir olay. Çok yakın bir dostumun Cenaze namazı için gittiği camide kredi kartları çalınıyor, şüphelile polis tarafından yakalanıyor. Benim dostum ve yine mağdur olan 8 kişi bu kişileri teşhis ediyorlar. Fakat mahkemede benim dostum dışındaki 7 kişi , bu şüphelileri hatırlayamadıklarını beyan ediyorlar. ( Korku faktörü )

e-) Ergenekon iddianamesiyle gündeme gelen ‘’ Fişleme olayı ‘’.

f-) Kafamızdaki teorilerin yanlışlanabilir olup olmadıklarını olgularla test eden bir düşünce sistematiği yerine , kafamızdaki teorileri olgulara yapıştırarak yorumlar yapma alışkanlığı .

g-) ‘’ f’’ maddesindeki hastalığın doğurduğu komple teorileri oluşturma ve de oluşturulan komple teorilerine inanma problemi .

Sevil hanım ,kanımca bütün bunlar sorularınıza gerçekçi cevaplar alabilmeniz için ciddi kısıtlar oluşturmakta.



Ama eminim ki sizin bu nedenlerden doğabilecek gerçekçi olmayan yanıtlara karşı kullanacağınız bir ‘’ düzeltme ölçeği ‘’ niz vardır.

Şimdi de kendi kendime şöyle bir soru sormak aklıma geldi. İnsanlar neden suç işler ? Aslında bu soruya başka ilgisiz bir soru daha ekleyeyim.
İnsanlar neden baret takmaz ? Bu soruya , insanlarımızda iş güvenliği kavramı oturmamış , ihmalkarlık ve bunun gibi birçok cevaplar verilebilir hatta bu konuda bir saha çalışması da yapılabilir , bunun nedenini bulabilmek amacıyla ama bakın bu konuda Prof. Dr. Üstün Gökmen Yaşama Yerleşmek ( Küşük Şeyler 3 ) isimli bana göre harikulade kitabında neler diyor ?

‘’ Varoluşcu psikolojide / psikiyatride , ölümlü olduğunu bilen insanın bu durum karşısında bir şeyler yapma isteğinden söz edilir. Gerçekçi sayılmasa bile yapılabileceklerden bir tanesi , kişinin büyük güçlerce korunduğuna inanmasıdır. Bu inanç sonucunda ‘’ Bana bir şey olmaz ‘’ anlayışı gelişir.’’

‘’ Bana bir şey olmaz’’a inandığınızda – belki de bu inancınız test etmek için – tepe üzerinde araba sollarsınız. İşin ilginci bazen gerçekten bir şey olmaz.
Bu durumda bize bir şey olmayacağına inancımız artar. Yine bu düşünceden hareketle , koruyucu olduğunu bildiğimiz halde iş yerlerinde baret giymeyiz.
( Bazılarımız için iş yerinde baret giymek ‘’ bana bir şey olmaz ‘’inancına
İhanettir. )

‘’ Eskinin siper savaşlarında bazen bir asker ayağa kalkıp öyle ateş edermiş. Bu da büyük bir olasılıkla ‘’bana bir şey olmaz ‘’ ın ifadesidir. Belki sinemada dublörlük üstlenenler de kendilerine bir şey olup olmayacağını test etmektedirler. ‘’

Sevil hanım , Üstün hoca bu açıklamaları yaptıktan sonra sözlerini şöyle noktalıyor ; ‘’ Eğer bu açıklama doğruysa , insanların temel varoluş kaygılarını gidermeden ( ‘’ bana bir şey olmaz ‘’ inancı temel varoluşsal kaygılarının bir uzantısıdır ‘’ ) insanlara baret taktırmak zor görünüyor.

Sevil hanım şimdi ben televizyona çıkıp desem ki ‘’ Tuzla’daki Freefall Lifeboat kazasında önlem alınmamış olması , insanlarımızdaki temel varoluşsal kaygıların bir uzantısıdır ‘’ Büyük bir olasılıkla bana ‘’ Ya, bu adam delirmiş ‘’ derler.



Aslında gelmek istediğim nokta ; - sizi tenzi ederim – mesela ‘’ insanlar neden suç işler ? ‘’ konulu bir araştırma yapılırken , bu konunun çok sofistike olduğunun bilinciyle hareket etmenin ‘’ olmazsa olmaz ‘’ olması.
Ve bu bilincin doğal bir sonucu olarak , bu tarz çalışmalarda multidisipliner methodolijilerin uygulanması. Çünkü bakın varoluşsal psikiyatri bir baret takmama olayına ne kadar ilginç bir açıklama getirebiliyor. ( Tabii , bu açıklamanın da sadece bir hipotez olduğunu unutmamak gerekiyor. )

Sevil hanım ; sizin de çok iyi bildiğiniz üzere olayların ,sorunların tek ve basit nedenleri olmaz. Basitmiş gibi gözüken olayların bile karmaşık nedenleri vardır ; sözgelişi trafikte bir kavganın kültürel , tarihsel , toplumsal
psikolojik ( kişilerin mizaçları ve zihinsel şemalarla ilgili ) , ekonomik ( tüketim toplumu alışkanlıklarıyla ilgili ) nedenleri , kentleşme tarzıyla ,trafik düzeniyle ilşikili yapıları vardır. Bu yüzden sorunların çözümleri de basit basit olamaz , basit sanılmamılıdır. Ne yazık ki ülkemizde , bizler karmaşık olaylar dünyasını yanlış değerlendirip , sorunların nedenlerinin ve çözümle -
rinin tek olduğuı yanılgısına düşnüyoruz. Yani , bu olayları analiz ederken sorunlara ‘’ dar açıdan ‘’ bakıyoruz. Beni lütfen yanlış anlamayın , ben sadece sizinle bu konulardaki düşüncelerimi paylaşmak ve de sizin işinizin ne kadar zor olduğunu vurgulamak adına bunları yazıyorum.

Şimdi bu aşamada ilginç bir konuya daha değinmek istiyorum. Sanırım 3 hafta önce Hürriyet Pazar ‘da dopinglerle ilgili bir yazınız vardı. Bu yazınız da gen dopingi , testosteron hormonu ile yapılan dopingi idrar analizi ile test etmenin bazen mümkün olmadığı ,akredite labortuvarlarda bile sorunlar olduğu konusuna değinmiştiniz. Hatta , yazınızdan esinlenerek şu şekilde bir hipotez kurmuştum ;

‘’ Testosteron hormonu ile doping yaptığından kuşku duyulan bir sporcunun idrarında hormon kalıntılarına rastlanır . ‘’

Sevil hanım , bu hipotezi ‘’ testosteron idrarda çözülür ‘’ bilgisinden yola çıkarak oluşturmuştum. Fakat , yine sizin yazınızdan öğrendim ki bazı insanlarda , bu işlevi yerine getiren gen yok. Bu durumda , varsayalım ki idrarında bu bulguya rastlanmayan bir sporcu hakkında ,bu hipotez paralelinde ne diyeceğiz ? ‘’ Bu sporcu , doping yapmamıştır ! ‘’ Ama , gerçek bu mu ? Yani , gerçekten işiniz zor ,bu alanlarda çalışan kişiler olarak. !


Karl Popper ‘un ‘’ yanlışlanabilirlik ‘’ kavramını hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamız gerekiyor. Yani ; kafamızın içindeki hazır teorileri olgulara yapıştırmamalı ; tersine kafamızın içindeki teorilerinin yanlışlanabilir olup olmadıklarını olgularla test etmeliyiz . Ve de bunu yaparken de ‘’ selektif algılamaya ‘’ başvurmamılıyız.

Sevil hanım , sizin bu yazınızı okuduktan kısa bir süre sonra NTV’de ‘’Yakın Plan ‘’ programında yine dopingler konuşuluyordu. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi ‘nden bir pofesör şöyle bir örnek verdi gen dopingi konusunda ;
‘’ Bir gen bölgesine yapılan müdahele , başka bir gen bölgesinde lösemiyi tetikleyen aktivasyona neden olabiliyor . ‘’
Sevil hanım , yine programa katılan başka bir katılımcı bana göre son derece manidar bir araştırmadan söz etti. Bu çalışmada , olimpiyat sporcularına çok ilginç bir soru soruluyor : ‘’ Çok etkili bir doping maddesi var ve biliyorsunuz ki bu dopingi kullanırsanız dalınızda altın madalya alacaksınız ama bu maddenin sağlığınız için tolere edilemez boyutlarda sakıncaları var , yine de bu maddeyi kullanır mısınız ? ‘’

Cevaplar ; % 84,2 oranında evet . Sevil hanım , sizce bunun nedeni ne olabilir ? Soruyu , biraz farklı bir formatta formüle edelim ; ‘’ Altın madalya için , insan sağlığını bu şekilde niye riske eder ? ‘’

Bu soruya da ‘’ Varoluşsal Psikiyatri ‘’ nin yardımıyla bir cevap vermeye çalışayım :

Varoluşcu psikiyatri yaklaşımı , ruhumuza eziyet eden içsel çatışmaların sedece bastırılmış içgüdüsel çekişmelerden , yaşamımızda özel bir yeri olan yetişkinlerden ya da unutulmuş travmatik anı parçalarından değil , aynı zamanda varoluşun özündeki ‘’ verili ‘’ durumlarla yüzleşmelerden de kaynaklandığını öne sürer.

Peki varoluşa ait ‘’ verili ‘’ durumlar nelerdir ? Eğer kendimize yaşamın gündelik sorunlarını perdeleme ya da ‘’ parantez içine alma ‘’ hakkını verip dünyadaki yerimiz konusunda ciddiyetle düşünecek olursak , yolumuz varoluşun derinliklerindeki yapılarına ( teolog Paul Tillhich ‘in pek de yerinde tanımını kullanmak gerekirse , ‘’ nihai sorunlarına ‘’ ) kaçınılmaz olarak çıkacaktır.



Bu nihai sorunlardan en önemlileri ölüm , yalnızlık , hayatın anlamı ve özgürlük dür. Sevil hanım , ben burada özellikle ‘’ hayatın anlamı ‘’ sorununa değinmek istiyorum. Varoluşcu Psikiyatrinin önemli isimlerinden Irwin D Yalom ‘’ Din ve Psikiyatri ‘’ kitabında diyor ki ,

‘’ Hayatın anlamı sorunu , düşünebilen canlıların tümünü zehirler niteliktedir. Ve elbette , Tanrı’nın nihai kişisel amacını bizlere nakleden dini vahiyler , her ne kadar zor , her ne kadar teferruatlı olurlarsa olsunlar , her zaman baş köşeye buyur edilirler. Hayatın anlamı sorununa dinin getirdiği çözüm , doğanın yolladığı daha akla yatkın ama nahoş mesaja , bize evrendeki ve varlığın muazzam zincirindeki küçücük yerimizi hatırlatan mesaja oranla ne kadar avutucudur ?

Bu satırları yazarken aklıma birden Francis Crick ‘in ( DNA araştırmaları dalında Nobel ödülü kazanmıştır ) son kitabında ( The Astonishing Hypotheses ) dile getirdiği görüşler geldi ;

‘’ Şaşırtan varsayım , sizin , sevinçlerinizin ,acılarınızın , anılarınızın , tutkularınızın , kişisel iradenizin gerçekte sinir hücrelerinden oluşan devasa bir küme ile bunlara bağlı moleküllerin davranış biçimlerinden başka bir şey olmadığını ifade eder . ! ‘’

Şöyle bir karikatür düşünelim ; birçok kutu var ve bu kutuların hepsinde farklı canlılar tasvir ediliyor. Örneğin , bir solucan , bir balık , bir yılan ,bir kertenkele , bir inek . Her kutucukta , bu canlılar aynı şarkının nakaratlarını tekarlayıp duruyor ; ‘’ Ye , hayatta kal , çoğal . Ye, hayatta kal , çoğal .’’
Son kutucukta ise , Rodin’in ‘’ düşünürü ‘’ şeklinde durmuş bir adam var ve kendi kendine şöyle diyor ; ‘’ Tüm bunların anlamı ne ? Tüm bunların anlamı ne ? ‘’

Sevil hanım , tüm diğer yaşam biçimleri işin aslını kavramış gibi görünüyor
lar., ama biz insanlar duruma bir türlü vakıf olamıyoruz , bunun yerine yüce bir amacın ve görevin varlığını talep ediyor , sonra da bunu yasalaştırı -
yoruz.

Sevil hanım , acaba diyorum olimpiyatda altın madalya almak için sağlığını çok ciddi riske edecek doping maddelerinin kullanımında ( bilinçli olarak ) ,bu ‘’ hayatın anlamı ‘’ olgusunun etkisi olabilir mi ?


Yani , insanoğlu olarak , bir anlam arayışı içinde bulunan , ama gerçek anlamı olmayan bir dünyaya fırlatılmış olma şansızlığını yaşayan yaratıklar olmamızdan dolayı , acaba yaşamdaki en büyük ödevlerimizden biri yaşamımızı destekleyecek bir amaç icad etmek mi oluyor ? Olimpiyat da altın madalya için , her türlü riski göze alacak sporcunun davranışı bu bağlamda değerlendirilebilir mi ?

Sevil hanım , paradoksal olarak burada da karşımıza şu sorun çıkıyor. Baret olayında olduğu gibi , olimpiyat sprorcusunun da davranışlarını analiz ederken varoluşcu psikiyatriden yararlanarak hipotezler ortaya koyduk ; ama bu hipotezlerin ‘’ test ‘’ edilmesi sorunu var.

Sevil hanım ; çok iyi bildiğiniz üzere test edilmemiş hipotezleri ‘’ sağlam bilgi ‘’ zannetmek bilimsel düşünüşe aykırıdır. Zihnimiz ve dilimiz bunlarla doludur. Birkaç yüzyıl önce histeri krizi geçirenlerle ilgili olarak Engizisyon’un ortaya koyduğu hipotez şuydu. ; ‘’ Bu tarz davranışlar sergileyenlerin içine şeytan girmiştir ; bu kişileri yakmadan şeytan çıkmaz ‘’
Bu fikir , test edilmesi zor bir hipotezdir. Bu hipotezin , test edilmeden ‘’sağlam bilgi ‘’ sayılması , tartışmanın bile yasak olması , binlerce insanın hayatına mal oldu. ( Siz de ‘’ Salem ‘’ de yaşanılan ‘’Ergot alkoilidi ‘’ ile ilgili benzer bir olaya değinmiştiniz bir yazınızda ).

İşte , varoluşcu psikiyatriye baş vurarak oluşturduğumuz hipotezler de test edilmesi zor hipotezlerdir.

Sevil hanım ; sizin Konya CSI başlıklı yazınızdan sonra Konya Polisi hakkında kısa bir araştırma yaptım ve doğruyu söylemek gerekirse çok etkilendim ; Polis , 2004 ‘ ten bu yana meydana gelen 115 cinayetin tamamını aydınlatmış . Peki , bu başarı nereden kaynaklanıyor ; diye kendi kendime bir soru sordum v e şu cevaplarla karşılaştım ;

1- ) Asayiş Şube Müdürlüğü ‘ne Ankara’da görev yaparken cinayet olaylarını çözmesiyle ünlü Ercan Taştekin’in , Cinayet Büro Amirliği’ne de genç komiser Ertuğrul Güler’in getirilmesi. ( Yani , ekibin başının işin ehli insanlardan oluşması )






2-) Cinayet Büro ‘nun polis sayısının 38 ‘den 20’ye düşürülmesi ve ekipteki polislerin , üniversite mezunları arasından seçilmesi ve yüksek lisansa teşvik edilmesi.

3-) Ekibin ‘’Ben değil , biz diyen ‘’ bir ekip olması ve olayı çözen kişiyi değil ekibi ön plana çıkartması .

4-) İtiraf , korku ve baskı ile cinayet çözme yerine daha bilimsel ve akılcı bir yöntemin kullanılması.

5-) Delilden suça gitme yönteminde şüpheliye asla baskı yapılmaması , delil
lerin açıkça ortaya konup suçun itirafının sağlanması.

Tam bu noktada örnek bir olayı sizinle paylaşmak isterim. ‘’ Hüzün 42 ‘’ isimli bir operasyon yapıyorlar. 11 yaşındaki Ebru Çiftçi , Eylül 2001’de ortadan kaybolur. Yapılan çalışmalar bir sonuç vermez. Beş yıl sonra , Haziran 2006 ‘da 10 yaşındaki Emine Dudu Ertekin de okul dönüşü ortadan kaybolur. Cinayet Büro Amirliği .çeşitli senaryolar üzerinde çalışmaya başlar. 2O alternatif yol belirlenir ve çocuk sapıkları üzerinde yoğunlaşma kararı alınır. Çocuklara taciz ve fiili livatadan kaydı bulunan 75 kişi takibe alınır. Bunlardan biri de Ali Kemal Tufan ‘dır.

İkinci olaydan 15 gün sonra tespit edilen zanlı , 11 gün boyunca 24 saat aralıksız takibe edilir. Bu sürede değişik meslek kılıfında zanlının iş yerine giden cinayet polisleri , hedef kişinim profilini , nasıl birisi olduğunu , neden hoşlandığını ya da neden hoşlanmadığını öğrenir. Akademik camiadan bu kişinin nasıl bir ruh haline sahip olabileceği belirlenir. Çocuk pedofili hakkında araştırma yapılır. Ali Kemal Tufan’ın kendi kızını hergün okula götürmesi , yaptığı suçların bir yansıması olarak yorumlanır.
Gözaltına alınıp sorgulandığında kendisine asla ‘’ sapık ‘’ denilmez. Sorgu boyunca sessiz kalan bu kişiyle konuşurken çok farklı bir yol denenir.

Profosyenel sorgu taktiği sırasında ikinci bir şahıs oluşturulup Ali Kemal Tufan’ın konuyu açması sağlanır. Zanlı , içindeki ikinci kişilikten nefret ettiğini dolaylı yoldan itiraf eder. Çocukları gömdüğü yeri ‘’ Vahşetti ,gösteremem ‘’ diye karşı çıkar ; ama bir süre sonra o noktayı polise gösterir.



Ertuğrul Güney , bu olayın zanlı hakkında toplanan veriler ışığında yapılan güçlü sorgulama ile çözüldüğünü söylüyor. Sevil hanım , gerçekten bu olayın çözülmesinde uygulanan methodoloji de olağanüstü etkileyici . Aslında , bu olay sizin de zaman zaman işlediğiniz ‘’ pedofoli ‘’ sorununun ne kadar büyük bir problem olduğunu bana bir kez daha anımsattı.

6- Büro çalışanları bir cinayeti çözmek için önce işe iyi konsantre olunması gerektiğine inanıyor. Bu amaçla , bürodaki odaların duvarlarına , dedektifleri motive etmek için öldürülen kişilerin isimleri büyük harflerle yazılıyor.

Sevil hanım , şimdi de Cinayet Masası’nın çözmekte en çok zorlandığı olaylardan birisine PTT cinayetine değinmek istiyorum. Eylül 2007 ‘de PTT Borsa Şubesi’nin veznedarı Veli Sağdıç önce biber gazıyla etkisiz hale getirilir , ardından bıçaklanarak öldürülür. Katiller kasadaki 15 bin Ytl parayı da alıp kaçar. Görgü tanıkları öğle saatlerinde şubeye üç kişinin girdiğini , birinin kadın , birinin de polis kıyafeti giydiğini söyler. Kadın sarı saçlıdır. Açık göbeğinde piercing de kullandığı notlar arasında yer alır. Şüpheliler plakasız kırmızı bir araçla olay yerinden uzaklaşmıştır. Polisin elinde ne bir kamera görüntüsü ne de somut bir delil vardır.

Polis kıyafeti satan yerler ve yol üzerindeki kameralar kontrol edilir. Bir iş yerine ait kameradan aynı marka otomobile rastlanır. Aracın plakası okunmuyordur. Ankara’ya seminere gelen Amerikalı polisler aracılığıyla bu görüntüler ABD’de bir kaset çözüm merkezine gönderilir. Plaka yine okunamaz. Kent merkezi ve çevre illerdeki otellerde konaklayanlar taranır.
PTT memurunun iş ve şahsi telefonları incelenir. Şubeden 15 gün içinde yapılan yüzlerce havale işlemi gözden geçirilir. Ama sonuç alınamaz.

Sevil hanım bana göre işte bundan sonraki aşama çok önemli ; şöyleki :
Bunun üzerine çeşitli senaryolar oluşturulur. Bu aracı kullanan faillerin , cinayetten önce keşif yapmış ve bu yüzden araçlarına bir benzinlikten yakıt almış olabilecekleri düşünülür. Konya çevresinde , 200 kilometrelik mesafede bir hafta içinde akaryakıt istasyonundan benzin alan araçların tespiti için , 4 bin 500 rulo akaryakıt fişi incelenerek 420 bin plaka belirlenir.Plakalar bilgisayara aktarıldıktan sonra aynı marka 265 araç tespit edilir.




Sevil hanım görüyorum ki ;

7-) En önemli konulardan biri doğru senaryolar oluşturmak . ( Hipotez )
8-) OLAP gibi bilişim teknolojilerinden yararlanmak. ( 420 bin palakadan
265 plakaya ulaşmak / çok boyutlu sorgulamayla )

Neyse devam edeyim. Yapılan inceleme sonucu araçlardan bir tanesinin olaydan bir gn önce emanet alındığı , olay günü akşamı ise teslim edildiği belirlenir.Emanet alan kişinin bekar evinde kaldığı , işsiz ve borçlu olduğu öğrenilir.

Zanlıların evini takibe alan polisler , belirlenen şahsın kendi gibi borç batağında olan başka biriyle arkadaş olduğunu , eve sürekli kadınların girip çıktığını tespit eder. Üç ay öncesine kadar eve sarışın , göbeğinde piercing olan bir kadının geldiği bu takipte ortaya çıkar. Zanlıların olay gecesi Mersin’e gidip yüklü miktarda harcamalar yaptığı belirlenir. Polis , erkek zanlılarla bir görüşme yapar. Görüşmenin ardından şahıslar , Karaman’a giden piercingli kadınla buluşur. Ardından kadını kuaföre götürüp tanınma –
ması için sarışın olan saçlarını meç yaptırırlar. Telefonları kırıp yeni makina ve hat alırlar. İpuçlarını birleştiren polis , ilk önce Karaman’daki ‘’ zayıf halka ‘’ kabul edilen kadını yakalar.

Sevil hanım , yine bu aşamadan sonra polisin stratejisi olağanüstü ve ben bunu ‘’ psikolojik yaklaşım ‘’ olarak adlandırmak istiyorum. Pedofili vakasında da bu yaklaşım önemliydi.

9-) İnsan psikolojisini iyi bilmek ve amaca yönelik kullanmak :

9 a – Konya’ya getirilirken bu kadın olayın olduğu sokaktan bilinçli olarak
geçirilir. Kadın uzun uzun buraya bakar.

9b – Ailesiz büyüyen kadına sorguda ‘’ hanımefendi ‘’ diye hitap edilir.

9c- Öldürdükleri kişinin eşi ve iki çocuğunun fotoğrafı gösterilir.
Bu aşamada , arkada nasıl bir hayat bıraktıklarını fark eder. Çocukların
babasız kaldığını görünce kendi çocukluğuyla bağ kurup suçu itiraf eder.
Böylece cinayeti işleyen diğer iki erkek de yakayı ele verir.



Sevil hanım bu olayda da özetle ; polis , kadını Karaman’da yakaldığında ‘’Ne yaptın anlat ? ‘’ türünden sorguya çekmiyor. Konya’ya getirene kadar psikolojik bir zemin hazırlıyor. Şehre gelindiğinde pişmanlık duyması için çeşitli argümanlar kullanılıyor. Gerçekten muhteşem değil mi ?

Sevil hanım ; Ercan Taştekin kendilerini başarıya götüren parametreleri şöyle formülüze ediyor ;

a-) ‘’ Cinayetlerin takım oyunu oynayabilecek iyi bir ekiple çözülebileceği
ni tsepit ettik. Takım oyununu iyi oynayabilecek arkadaşlar seçtik. ‘’
Sevil hanım bu konu bana göre de gerçekten ‘’ olmazsa olmaz ‘’ bir öneme haiz. Cnbc-e ‘ de Dexter isimli – bana göre – harika bir dizi film var. Bu dizinin bir bölümünde Miami Polis Departmanı’na bir seri katili ortaya çıkarmak için FBI ‘ den çok deneyimli bir uzman gönderiliyor.Bu uzman , bu olayı çözmek için yeni ekip oluşturuyor Miami Polisi bünyesinde .
Miami Polis Departmanı’nda çalışan çok başarılı bir polis de bu ekibe katılmak için FBI ajanının yanına gelir ve ekibe katılmak istediğini kendisi –
ne söyler. Bunun üzerine FBI ajanı şöyle der ; ‘’ Evet , dosyanızı inceledim , çok başarılı işler çıkarmışsınız , ama siz bir lidersiniz , takım çalışmasına uygun değilsiniz .’’ Ercan Taştekin’in ‘’ takım oyunu ‘’ na yaptığı vurgu , bana Dexter’daki bu diyaloğu anımsattı.

b-) ‘’ Eğitime önem verdik . ‘’

c-) ‘’ Bir cinayet olayını ihbar aldıktan sonra , 100 metre koşucusu gibi hızlı hareket ettik. ‘’

d-) ‘’ Her cinayetin çözülebileceği konusunda ciddi motivasyon oluşturduk.’’

e-) ‘’ Büroda demokratik bir yöntem belirledik. Toplantılarda ‘’ amir yönetir , memur yerine getirir.’’ anlayışını kırdık. Başarının takıma ait olduğunu hep hissettik. ‘’

f-) ‘’ Aydınlatılan her cinayetin bir başka cinayeti önleyeceğinin bilinciyle hareket ettik. ‘’





Sevil hanım , Konya Polisini başarıya götüren bu pratikler acaba diğer polis teşkilatlarımız tarafından da kullanılamaz mı ? Biliyorsunuz ki ‘’ best practices ‘’ denen bir yaklaşım var. Konya CSI ‘ı başarıya götüren bu ‘’best practices ‘’ leri diğer polis teşkilatlarımız da modelleyemezler mi ?
Ve de , yukarıda örneğini verdiğim olaylar ‘’ case study ‘’ çerçevesinde diğer polis teşkilatlarımıza anlatılamaz mı ?

Bana göre bu çok önemli ! Bakın , ben kriminalist ya da polis değilim ama geçen gün ilginç bir olay yaşadım. Newyork CSI ‘ ı izliyorum. Yaralı bir erkeğin bacağında bir yarık izine rastlanıyor. Bir bakılıyor ki , o yarığın içinden çok ufak bir bilye var. Tam , bu noktada aklıma sizin kitabınızda anlattığınız Bulgar nuhalifin şemsiye ile atılan ‘’ risin ‘’ içeren bilye ile öldrlmesi olayı geldi. Zaten tam benim aklıma bu olay gelmişti ki Polis şefi de dizide bu olayı referans verdi. Yani , bu ‘’ case study ‘’ olayları olaylara geniş açıdan bakabilme potansiyelini de arttıyor. ( Tabii ki ben bunu size borçluyum. ).

Sevil hanım ben core işi savunma sanayii ve kritik tesislerin korunması olan bazı Amerikalı firmalarla çalışıyorum. Birçok olayın aydınlatılmasında gerçekten ‘’ kamera sistemleri ‘’ nin sağladığı fayda su götürmez ama 1 yıl kadar önce Amerikalı bir partnerim ile ‘’ smart software ‘’ bazlı kamera sistemlerini konuşmuştuk. Kaydedilen görüntülerde tanımlanan rutin dışı davranışlar olduğu zaman bunu bir ‘’ trigger ‘’ algoritması sayesinde haber veren sistemler. Sevil hanım şöyle düşünelim , mesela Ogün Samast bankanın önünde şüpheli hareketler yapıyor ki sistem tam bu anda devreye giriyor ve durumu en yakın emniyet birimine haber veriyor. Tabii ki burada ‘’ tanımsallık ‘’ çok önemli. Mesela ;

‘’ If ...... bir kişi karakolun önünden iki kez geçerse ;

‘’ Then .... uyarı gönder ...... ilgili birime ......... ‘’

Ya da ;

‘’ If ...... uzun süre aynı yerde bir araç tespit edilirse ‘’ And ‘’ bu araç ...... ise ; Then ..... uyarı gönder .... ilgili birime ....... ‘’




Bu ve buna benzer algoritmalarla , akıllı yazılım temelli kamera sistemleri ile suçun işlenmeden önlenebilmesi konusunda önemli kazanımlar elde edilebilir diye düşünüyorum.

Sevil hanım ; sanırım siz Birleşmiş Milletler ‘de Uyuşturucu ile Mücadele kapsamında çalışıyorsunuz. Bu konuda da nacizane bazı düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. İlk önce bir kavrama değinmek istiyorum.
‘’ Eroinin parmak izi ‘’ ya da ‘’ Eroinin imzası ‘’ . Tabii ki bunları da sizin sayenizde öğrendim , bu açıdan sağolun varolun beni zenginleştirdi -
ğiniz için. Google arama motoruna bu anahtar kelimeleri yazarak bir arama yapmak istedim ki sadece sizin makaleleriniz çıkıyor bu konuyla ilgili olarak. Ama bir de her zaman yaptığım gibi bir de İngilizce key words larla arama yapayım dedim ve ‘’ Heroin signature ‘’ yazdım. Bir çok bilgiye ulaştım. Mesela burada gördüm ki Kuzey Amerika ‘ya son zamanlarda Asya’dan gelen eroin yerini Güney Amerika’ya bırakmaya başlamış. ( DEA kaynaklı bir bilgi. ) .

Gördüm ki eğer yakalanan eroin maddelerinin analizi sonucunda , bu maddelerin içindeki eroin maddesi , aktif , inaktif madde oranlarına göre bir DNA gibi kimliklendirme yapabilirsek uyuşturucu ile mücadelede çok önemli kazanımlar elde edebileceğiz. Amerika örneğinde olduğu gibi orijin bölge ve / veya ülke değişimi verisine ulaşabilmek ne kadar da katkı sağlardı

Fakat ne yapılırsa yapılsın Sevil hanım bu uyuşturucu ile mücadele konusu pek de kolay bir iş değil gibime geliyor. Yazımın bir bölümünde varoluşsal kaygılardan söz etmiştim Irwin D. Yalom ‘un ‘’ Din ve Psikiyatri ‘’ kitabına da kısaca değinerek . Bir de Irwin D. Yalom ‘un Rollo May isimli bu ekolün kurucularından bir hocası var. Bu profesörün de bana göre mutlaka okunması gereken ‘’ Kendini arayan insan ‘’ isimli bir kitabı var. Bu kitap da da varoluşsal kaygıların yol açtığı ‘’ varoluş anksiyetisi ‘’ ne değiniliyor.
Son iki haftadır , Tv Net isimli bir kanalda çok ilginç bir program izliyorum.
Bu programın her bölümünde temel de insan ve onun sorunlarını anlatan bir film , bir psikiyatrist konukla değerlendiriliyor. Geçen haftaki film Dane Boyle ‘un yönettiği Transpotting idi , bu haftaki film de Wanye Wang ‘ın Smoke isimli filmiydi. Ben Smoke ‘ u izlemiştim. Bir başyapıt bana göre.





Birinci program da Psikiyatr konuğun bazı değerlendirmeleri şöyleydi ;
‘’ Varoluşsal kaygılar , insanda bir boşluk yaratıyor. Ve de bu durumun yarattığı varoluşsal anksiyeteden kurtulmak için uyuşturucu gibi maddelere sarılıyor insan. Halbuki bir üçüncü yol daha var , o da ‘’ kutsal ile
olan bağ ‘’

‘’ Smoke ‘’ filmi ile ilgili yapılan değerlendirmeye geçmeden önce kısaca filmdeki ilgimi çeken noktaya kısaca değinmek istiyorum. Filmin Ogi isimli bir kahramanı var. Ogi her sabah saat 08.00 de yaşadığı mahallede aynı yere gidiyor ve aynı yerin fotoğrafını çekiyor. Sevil hanım , Ogi bu şekilde 4000 fotoğraf çekiyor. Bu çektiği fotoğrafları arkadaşına gösterirken , arkadaşının çok hızlı bir şekilde fotoğraf albümünü çevirmesi üzerine diyor ki ;

Ogi , ‘’ Bak dinle dostum , biraz daha yavaş olmalısın ‘’
Arkadaşı , ‘’ Hey , ne demek istiyorsun ? ‘’
Ogi , ‘’ Hepsi aynı ama hepsi farklı . Evet , yer aynı ama bak farklı insanlar var. Hafta içleri var, hafta sonları var. Kürkler var , paltolar var. Güneşten gelen ışığın açısı değişiyor. ‘’

Ogi ‘nin bu sözleri bana Heraklatios ‘un o harika sözlerini anımsatmıştı filmi izlediğimde ; ‘’ İnsan , aynı nehirde iki kez yıkanamaz ‘’

Sevil hanım , bu filmin değerlendirildiği Sinema – Psikoloji programının konuğu ‘’ Yavaşla ‘’ isimli kitabın yazarı Doçent Dr. Kemal Sayar ‘dı .
Psikaytrist Sayar ‘ın programda yaptığı açıklamalardan bazı alıntılar yapmak istiyorum. Sayar diyor ki ;

‘’ Modernite , hızı kutsuyor. Hız , bizlere ölümlülüğümüzü unutturuyor . ‘’
‘’ Döngüsel zaman ‘’ ve de ‘’ Doğrusal zaman ‘’ diye iki türlü kavramlaştırma var. Eski kadim kültürlerde var olan döngüsel zaman da ‘’ Bugün dünden iyidir , yarın da bugünden iyi olacak ! ‘’ önermesine itibar edilmiyor. Batı uygarlığının yaslandığı ilerleme mitosu ise geçmişi ‘’tükaka ‘’ ilan ediyor. Bütün yaşam geleceğe öteleniyor. ‘’

Kemal Sayar açıklamalarına devam ediyor ;



‘’ Psikiyatrik sorunların çoğunluğunda ‘’ zamanla ilgili nevrozlar ‘’ var , yani ‘’ gelecek endişesi ‘’. Halbuki tasavvuf daki temel önerme ne ‘’ Dem bu demdir ‘’ ; hatta Tasavvuf ‘ daki bu düşünce Zen öğretsinde de ‘’ Uzun şimdi ‘’ olarak adlandırılıyor. Aslında , yavaş yaşamak hayatı güzelleştiren bir eylemdir. ‘’

Sevil hanım , Kemal Sayar çok ilginç şeyler söylyor ; Sayar ‘ ı dinlemeye devam edelim :

‘’ Milan Kundera ‘’ Yavaşlık ‘’ isimli kitabında ‘’ Bir şeyi hatırlamak isteyen insan yavaşlar ‘’ diyor. Fransız bir yönetmenin ‘’ Kuşlar , Kanatlı Uygarlık ve Mikrokozmos ‘’ isimli belgesellerini izlemiştim. Olağanüstü yapıtlardı. Fakat , evrendeki bu olağanüstü yapıyı fark edebilmek , yavaşlık kültürü ile mümkün. Smoke filmindeki bilge adam Ogi gibi evrene hayretle bakarsanız ; evrendeki yenilenişi , tazelenişi , yeniden oluşu görebiliyor -
sunuz. Ve , evreni sürekli yenilenen , yeni imkanlar sunan bir yapı olarak gördüğünüz zaman buradan kendinize ‘’ güzellikler ‘’ devşirebiliyor sunuz.’’

‘’ Bugün 21 yaşında genç bir kız bana geldi. Bazı problemleri var. Bana diyor ki ‘’ otomobil ile hız yaptığımda bu problemlerimden uzaklaşıyorum’’

‘’ Bu genç bayan ;

a-) İçindeki boşluk duygusunu tatmin etmek için hız yapıyor.
b-) ‘’ Değerlilik duygusu ‘’ nu yaşamak için hız yapıyor.
c-) Ölüme yaklaşıyor ama ölmüyor. ( Sevil hanım, bu yorum bana
‘’ Bana birşey olmaz ‘’ inancının ‘’ test ‘’ edilmesi konusunu anımsattı.
d-) Normalde kontrol edemeyeceği şeyleri , kontrol edebileceği
yanılsamasını yaratıyor hız yapmak .

e-) ‘’ Hız , ölümlülüğümüzü unutturuyor ‘’

Sevil hanım , sizin de çok iyi bildiğiniz üzere sonuçların pek de ilk bakışta anlaşılamayacak kadar ‘’ kaotik ‘’ nedenleri olabiliyor , bu açıklamada da görüleceği üzere !





Şimdi asıl can alıcı noktaya yavaş yavaş gelmek istiyorum. Doçent Dr Kemal Sayar ; Bradd Pitt’in oynadığı kült filmlerden ‘’ Dövüş kulubü ‘’ ne değiniyor. Diyor ki; ‘’ Dövüş Kulubü’nde içinde yaşadığımız ‘’ Narsisist Kültür ‘’ çok güzel ifade ediliyor. Kendisini ve eylemini evrenin merkezine koyan insan için , yaşamda bir şeyler bırakmak değil , yaşamı yok etmek önem kazanıyor. Ölümü mesela bir boyut değiştirme değil de bir yok oluş olarak algılayan insan için yaşamda herhangi bir kalıcı eser bırakmanın ne anlamı olabilir ki ? ‘’

Ve , Sayar sonunda kısaca bir çözüm önerisinde bulunuyor ;

‘’ Mektup yazalım , dostlarımıza kartlar atalım , bakkalla , manavla sohbet edelim. Bir gün cep telefonumuzu kapatıp kendimizi ‘’ ulaşılamaz ‘’ kılalım.
Bir banka oturup , öğlenin gelişini , ikindinin gelişini zamanın akışını izleyelim. ( Yavaşlama kültürü ). ‘’ Ve de sözlerini şöyle tamamlıyor ;

‘’ Seni yaratan Tanrı ile konuş , doğrudan konuşabiliyorsun her şeyin sahibiyle . ‘’

Açıkça görüleceği üzere her iki filmin değerlendirildiği ( insanı anlamak amaçlı ) Sinema – Psikoloji programında da her iki psikiyatrist özetle şu tarz bir önerme getiriyorlar.

a-) İnsanın temel varoluşsal kaygıları ve bunun doğal uzantısı olarak oluşan ‘’ varoluşsal anksiyete ‘’ yi yaşaması onun en temel problemlerinden birisi.

b-) En temel varoluşsal kaygılardan biri olan ölüm düşüncesi insan için yıkıcı bir sorun.

c-) Bu kaygılardan kurtulmak için Modernite insana ‘’ hız kültürünü ‘’ dayatıyor.

d-) İnsan , ‘’ Kutsal ile olan bağı ‘’ kuramadığı zaman , Narsisit Kültür gelişiyor.( Ben ve eylemlerim evrenin merkezindeyiz )






e-) Kutsal ile bağı olmayan insan , varoluşsal kaygılardan kurtulmak için bazı çözümler geliştiriyor ;

e1 – Uyuşturucu kullanımı
e2 - Ekstrem sporlara yöneliş,
e3- Tehlike içeren riskli ilişkilere yöneliş ,
e4- Hızlanmak .

Sonuç : ‘’ Kutsal ile olan bağı yeniden kurmalıyız ! ‘’

Sevil hanım ; ben Sayar ‘ın dediği gibi yaşamaya çalışan bir insanım. Bu bağlamda da temel yaklaşımım ‘’ Her insanın bir evren ‘’ olduğu. Bu bağlamda da insanların iç dnyasını tanımak , onları anlamak bana büyük bir keyif veriyor. Mesela zaman zaman oturduğum evimin yakınında bir cami ve de cami derneği var. Cami derneğine gidip sohbetlere katılıyorum. Buradaki bir gözlemimi sizinle paylaşmak isterim.

Camiye gelen eski uyuşturucu kullanan genç insanlar var. Bu insanlar , eski yaşamlarında çok yoğun olarak her türlü uyuşturucuyu kullanmış ve suça karışmış insanlar ama şimdi 5 vakit namaz kılıyorlar ve de hiçbir uyuşturucu madde kullanmıyorlar. Kendileriyle sohbetlerimizde en çok duyduğum tümce var ki kanımca bu sizin de ilginizi çekecek. ‘’ İbadet bizi tedavi
ediyor. ‘’ Üstelik , bu insanlar daha önce Amatem gibi sağaltım kurumların
a da tedavi amacıyla gitmişler fakat herhangi bir olumlu sonuç alamamışlar.
Zaten , bu konuda daha önce yaptığım kısa bir incelemede de şunu görmüş –
tüm. Mesela , Hollanda’da uyuşturucu sağaltımı amaçlı tedavi merkezlerine yatırılan hastalara ‘’ Methadon ‘’ veriliyor. Ukalalık yapmayım ama methadon tabir-i caiz ise ‘’ zayıflatılmış eroin ‘’ benzeri bir madde. Kaldı ki bu konuda biraz detaya indiğimde şunu görmüş ve de şaşırmıştım ; buradaki temel amaç bağımlıların ‘’ yoksunluk sendromu ‘’ nedeniyle neden olabile -
cekleri toplumsal problemlerin önüne geçebilmek. Bir diğer ulaştığım bilgi de , Balıklı Rum Hastahanesi ve Amatem gibi merkezlerde tedaviye alınan bağımlılarda da tedavi başarı oranının son derece düşük olmasıydı.
Sanırım , uyuşturucu ile mücadelede dinsel inanışın ve de dinsel ritüellerin ciddi derecede faydası olabilir diye düşündürüyor beni bütün bu olgular.






Dinin bu sorunlara yönelik ( varoluşsal kaygılar ) getirdiği çözümlere yönelik bir de Irwin D. Yalom ‘’ Din ve Psikiyatri ‘’ kitabında neler diyor bir de kısaca ona bakalım isterseniz .

‘’ Varoluşsal sorunlardan birisi de ‘’ Varoluşsal yalnızlık ‘’ sorunudur. Bu daha temel bir yalnızlık duygusudur , varoluşun özünde bulunur ve kişiyle başkaları arasındaki kapatılamaz bir boşluğa , sadece kişiyle ötekiler arasın –
da değil , kişiyle dünya arasında bulunan ayrılığa işaret eder. Bu durum , deneyimlerim ışığında konuşacak olursam , en kesin şekliyle , bir insanın yalnız doğduğunu ve bu dünyadan yalnız ayrılacağını tek fark ettiği an ölüm anı olduğu için , ölümle yüz yüze gelmiş hastalarda deneyimlenir.
Ölümümüz sırasında başkalarının da bizimle birlikte olmasını isteriz ; ölüm nedenimiz şu ya da bu olabilir ama hiç kimse , hiçbir koşul altında , bir başkasının yapayanlız ölümünü ondan alamaz. Ölüm anında ( antik çağda birçok kültürde de görüldüğü üzere ) başkalrının bize eşlik edeceğini düşün-
mek hoşumuza gidebilir elbette ; ama yine de , ölüm , insan deneyimleri -
nin en yalnız olanıdır . ‘’

Sevil hanım , ‘’ Everyman ‘’ diye bir oyun var. Bu , 14 . yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan ‘’ İbret Oyunları ‘’ ‘ nın en bilineni. 16 ncı yüzyıla kadar halkın büyük ilgi gösterdiği bu oyunların temel işlevi Hristiyan Ahlakı ‘nı yüceltmek.

Everyman de , kahramanımız ölüm meleği tarafından ziyaret edildiğinde infazın geçici olarak durdurulması için yalvarır. Bu isteği reddedildiğinde Everyman yolculuğu için yanına bir refakatçi almasına izin verilmesi için yalvarır. Ölüm meleği bu isteği kabul eder, ‘’ Eğer birini bulabilirsen olur tabii ‘’ der. Oyunun geri kalan kısmında , Everyman kendisine refakatçi arar. Tüm arkadaşları , bütün yakınları , inanması güç bir mazaretle bu isteği reddeder. Kuzenlerinden birinin ayak parmaklarından birisine kramp girmiştir örneğin. Nihayetinde , - güzellik , bilgelik , sağlık gibi – alegorik görünümlere başvurur ; ama onlar dahi , adama eşlik etmeyi reddeder. Tek bir istisna vardır : Sonunda – ki , bu Hristiyan Ahlak oyununun kıssadan hissesidir - , Everyman’in yaşamı boyunca yaptığı iyi şeyler , son yolculuğunda ona eşlik eder .





Sevil hanım şimdi yine sözü Yalom’a devretmek istiyorum. Yalom diyor ki ;

‘’ Dini avuntu ile psikoterapi , yalnızlık duygusunun farklı şekillerinin neden olduğu rahatsızlıkları alt etmek için kendilerine özgü yöntemler geliştirmiştir
Oxford İngilizce sözlüğü , İngilizcedeki ‘’ religious ‘’ ( din ) sözcüğünün köklerinden birinin baağlamak ya da birleştirmek anlamına gelen ‘’ re – ligare ‘’ olduğunu belirtir. Romalılar , birçok farklı bağı – aileye , atalara , devlete – ifade etmek için kullanmaktaydı. Terimin bu anlamı – birbirine bağlamak ya da bir arada tutmak anlamına gelir ki , buna birleştiricilik de diyebiliriz - , psikoterapi ile dinin birbirine benzeyen vazifelerine son derece güçlü bir açıklama getirmektedir. Kaldı ki , birleştiricilik , günümüz -
deki manevi arayışların tüm mevcut biçimleri için uygun bir ortak payda niteliğindedir. ‘’

Sevil hanım , Yalom bu sözlerinden sonra harika bir örnek veriyor ;

‘’ Kanser hastalarını bir araya getirdiğim terapi gruplarının üyeleri , aynı durumda olan başkalarıyla birlikte olmanın , ölümle baş etme konusunda kendilerine çok büyük bir huzur verdiğinden sık sık söz etmişlerdir. Bu hastalarımdan bir tanesi , ‘’ birleştiricilik ‘’ kavramını enfes bir biçimde tanımlamıştır. ‘’ Hepimizin karanlıkta , tek başına yol alan gemiler olduğu -
muzu biliyorum ; ama her şeye rağmen , yakındaki gemilerin kılavuz ışıklarını görmek insana tarif edilemez bir huzur veriyor. ‘’

Sevil hanım ; din de buna benzeyen güçlü birleştiricilik konusundaki ihtiyaçları karşılıyor. Dindar bir insana , sonsuza dek onu gözlemleyecek olan , o kişinin varlığından haberdar olması bir yana , - kaybettiği sevdikle -
riyle , Tanrı’yla , evrensel yaşam gücüyle – nihai bir yeniden kavuşma sözü de veren ilahi bir varlığın avuntusu vaad ediliyor. Tabi din birleştiri -
liciliği cemaat üzerinden sağlıyor.

Aslında , Schopenhauer ‘in ‘’ din , sadece karanlıkta görülebilen bir ateşböceğidir. ‘’ şeklindeki metaforunu da burada bir anmak istedim.





Bütün bu örnekler gösteriyor ki gerçekten de dinin ; ölüm , varoluşsal yalnızlık ve buna benzer varoluşsal kaygıların tetiklediği varoluşsal anksiyeteyle mücadele edebilme gücü var. Bunun doğal bir uzantısı olarak eğer biz uyuşturucu sorununun en temel nedeninin bu varoluşsal sorunlar olduğu hipotezini kabul edersek ; ‘’ din , uyuşturucu ile savaşta çok etkin bir araçtır. ‘’ tarzında bir sonuca ulaşabiliriz gibime geliyor.

Sevil hanım , tabii ki oluşturduğum bu önermenin çok ‘’ indirgemeci ‘’ bir yaklaşımla oluşturulmuş bir önerme olduğunun bilincindeyim. Varoluşcu Psikiyatri ‘nin yanı sıra ; insan hakkında Sigmund Freud ‘un ‘’ Psikianaliz Kuramı ‘’ , ‘ , Jung ‘un ‘’ Kolektif Bilinçaltı ve Arketipler kuramları ‘’ na da göz atmadan analizler yapmak ; yine mesela Antonio Demasio gibi Nörologların çalışmalarını incelemeden yorumlar yapmak ve yine mesela ‘’ Uyuşturucu ve Genetik yatkınlık ‘’ arasında bir ilişki var mı yok mu şeklinde literatür taraması yapmaksızın , tabir-i caiz ise ahkam kesmenin bilimsel yöntem olmadığını biliyorum. Fakat burada yapmak istediğim sadece amatörce düşüncelerimi sizinle paylaşmak.

Sevil hanım , aslında size ‘’ Yahuda İncili ‘’ konusundan da söz etmek istiyordum fakat bu yazımın zaten uzun olması nedeniyle vaz geçmiştim ki geçtiğimiz Pazar , ‘’ Melankoli ile Özgün Harabeler Arasında Gölgesini Gezdiren Hamile Bir Kadına Dönüşmüş Napoleon’un Burnu ‘’ başlıklı yazınızla karşılaştım. Salvador Dali hep ilgimi çekmiştir. Çünkü , Dali ‘nin resimleri bende her nedense hep Einstein’in ‘’ Görelilik Kuramı ‘’ nı hatırlatır. Çok detaya girmeyeyim yine. Sevil hanım yazınızdaki şu bölüm ben de Yahuda İncili konusunu da sizinle paylaşmam gerektiğini söyledi adeta.

‘’ 1953’de Nature dergisinin 171. sayısında Watson ve Crick’in DNA yapısını açıkladıkları ünlü makaleyi okuyup Crick’in karısı Odile’in çizdiği çift sarmal yapıyı gördüğünde . ‘’ İşte ‘’ dedi. ‘’ Tanrı ‘nın var olduğunun en önemli kanıtı. DNA. Yakup’un genetik meleklerden oluşturduğu bir merdiven ve insanla Tanrı arasında tek bağlantı . ‘’ ( Salvador Dali )

Sevil hanım , şimdi Dali’yi bırakıp Yahuda İncili konusuna gelelim isterseniz .




Profesör Rodolphe Kasser , eski dönemlere ait olan bir metni – Parkinson hastalığı nedeniyle titreyen elleriyle – alıyor ve okumaya başlıyor.
‘’ pe – di – ah – kawn – aus – ente – plah – nay ‘’ Bu tuhaf sözcükler Mısır’da Hristiyanlığın ilk yıllarında konuşulan Kıpticeydi. İlk Kilise , metni Hristiyanlara yasakladığından beri bu sözcükleri kimse duymamıştı.
Sevil hanım , yüzyıllar boyunca Mısır çöllerinde saklı duran bu metin , 20. yüzyılın sonlarında gün ışığına çıkarıldı.

Bu metinde ilk sayfanın ilk cümlesi şöyle : ‘’ İsa’nın Yahuda İskariyot ile yaptığı konuşma sırasında ifade ettiği vahyin gizli bilgisidir. ‘’

İnanışa göre İsa’nıın yakın dostu ve 12 Havariden biri olan Yahuda , 30 parça gümüş karşılığında İsa’yı öperek kimliğini ele verir. Ve sonra da duyduğu suçluluk nedeniyle aklını yitirir ve kendini asar. Ve sonunda hainliğin simgesi haline gelir. Hayvanların kesim yeri için bekletildiği ağıllarda diğerlerini kesim yerine götüren keçiye Yahuda keçisi deniyor. Almanya yeni doğan bebeklere Judas ( Yahuda ) adının verilmesini yasak -
layabiliyor.

Hristiyanlık , haini olmadan bildiğimiz Hristiyanlık olamazdı . Yahuda’
nın geleneksel betimlemelerinin ardında kötü bir tarihsel zemin yatıyor.
Hristiyanlık , bir Yahudi mezhebi olarak köklerinden uzaklaşırken , Hristi-
yan düşünürler de İsa’nın öldürülmesinin sorumluları olarak Yahudileri suçlamayı uygun buldu ve Yahuda’ya tipik bir Yahudi rolü biçtiler. Örneğin,
dört İncil ‘de de Romalı vali Pontius Pilatus’a karşı daha olumlu yaklaşılır -
ken Yahuda ve Yahudi üst düzey din adamları hain olarak betimleniyor.

Bulunan bu metindeki ‘’ gizli bilgi ‘’ ise bize farklı bir Yahuda sunuyor. Bu metine göre Yahuda bir kahraman. Diğer havarilerin aksine İsa’nın öğretisi -
ni gerçekten anlıyor. O , İsa’yı yetkililere teslim etmekle , önderinin emrini kaderin ona getireceklerinin tam anlamıyla farkında olarak yerine getiriyor.
İsa onu uyarıyor ; ‘’ Lanetleneceksin ‘’ .

Sevil hanım , bu sözler bugüne kadar sahte olduğu suçlamasıyla karşı karşıya olan , pek çok Kitabı Mukaddes eseri gibi onların da sahte olduğu kuşkularını ortaya çıkaracak kadar şaşırtıcı.Ama şimdiye kadar yapılan her test eski dönemlere ait olduğunu doğruluyor.




Yazmanın onarım ve İngilizce’ye çevrilmesi çalışmalarını destekleyen National Geographic Society , İncil’in bulunduğu papirüs kitabı ya da yazmayı analiz etmek üzere Arizona Üniversitesi’nde karbon tarihleme konusunda öncü bir laboratuvarı görevlendiriyor. Deri cilt ve papirüsten alınan 5 ayrı örnek üzerinde yapılan testler , yazmayı İS 220 ila 340 arası bir döneme tarihliyor. Mürekkebin çok eski dönemlere ait bir formül – demir tuzu ve isten oluşan bir karışım – olduğu görülüyor. Ve Kiptice uzmanları , İncil ‘de yer alan belirgin cümle yapısı ve ifade biçimlerinin , 1 ve 2 nci yüzyıllarda Hristiyan metinlerinin büyük bölümünün yazıldığı dil olan Yunanca’dan tercüme edildiğinin göstergesi olduğunu belirtiyor.

Sevil hanım , bir diğer kanıt da çok eski dönemlerden geliyor. IS 180 dolaylarında , o dönemde Roma hakimiyetinde olan Galya ‘daki Lyon Piskoposu İreneaus’un Adversus Haereses ( Sapkınlığa karşı ) başlıklı Latince çevirisi günümüze kadar ulaşan bir eser. Yapıt , İsa ve onun öğretisi hakkında ana gövde kiliseninkinden farklı görüşlere sahip tüm kişilere karşı oldukça sert bir suçlama niteliğinde . İreneaus ‘un saldırı oklarını yönelttiği bir grup da Yahuda’ya yani ‘’ hain ‘’ e itibar gösteren ve ‘’ Yahuda İncili ‘’ diye düzmece bir tarih yaratanlardı. Sevil hanım , açıkça anlaşılıyor ki İrenaus Yahuda İncili ‘nin Yunanca orijinal metninden çok önceden haberdar.

İreneaus’un savaşacağı çok sayıda sapkınlık vardı. Hristiyanlığın ilk dönemlerinde papaz ve psikoposlar hiyerarşisi ile işleyen ve kilise olarak adlandırdığımız yapı İsa’dan ilham alan çok sayıdaki gruptan biriydi.
Yahuda İncili’ni İngilizce’ye çevirme çalışmalarında çalışan Chapman Üniversitesi Kitabı Mukaddes uzmanı Marvin Mayer , Hristiyanlığın ilk dönemlerindeki gruplar arasında gelişen üstünlük savaşını , ‘’ Hristiyanlığın tarzını bulmaya çalışması ‘’ olarak özetliyor.

Örneğin Ebionitler adı verilen grup , Hristiyanların Yahudiliğin tüm dini yasalarına uymaları gerektiğini savunurken , Markioncular da Yeni Ahit Tanrısı ile Yahudi Tanrısı arasında herhangi bir bağ olduğunu redediyor-
lardı.






Bazıları İsa’nın tümüyle ilahi bir varlık bazıları ise tümüyle beşeri bir varlık olduğunu söylüyordu. Bu grupların çoğunluğu gnostikti Sevil hanım , yani Yahuda İncili ‘nin yansıttığı erken dönem Hristiyanlığın benzer yorumunun izinden gidenler.

Sevil hanım , ‘’ gnosis ‘’ Yunanca ‘da ‘’ bilgi ‘’ anlamına geliyor. Gnostik -
ler maddi dünyanın dışında , ilahi akıl olarak nitelendirdikleri , mutlak bir iyilik kaynağı olduğuna inanıyorlar. İnsan özünde bu güçten bir ‘’ kıvılcım’’ taşıyordu ama çevresini saran maddi dünya nedeniyle buna ulaşması imkan-
sızdı. Gnostiklerin düşüncesine göre bu kusurlu dünya , Mutlak Tanrı’nın değil daha alt seviyedeki bir yaratıcının işiydi.

Sevil hanım ; Salvador Dali ‘nin DNA hakkındaki ; ‘’ Yakub ‘un genetik meleklerden oluşturduğu bir merdiven ve insanla Tanrı arasındaki tek bağlantı . ‘’ şeklindeki sözleri ile Gnostiklerin hepimizin ‘’ Mutlak iyilik kaynağı ‘’ ‘ndan bir ‘’ kıvılcım , öz ‘’ taşıdığımıza ilişkin inançları arasın-
daki analoji dikkatinizi çekti mi ?

Sevil hanım İreneaus gibi Hristiyanlar sadece İsa’nın , Tanrı’nın oğlunun aynı anda insan ve Tanrı olduğunu vurgularken gnostikler ise sıradan kişile -
rin de Tanrı ile bağ kurabileceğini söyleyerek buna karşı çıktı. Kurtuluş insan ruhundaki ilahi kıvılcımı uyandırmak ve ilahi akıl ile yeniden bağ kurmakla gerçekleşecekti. Bu , bir öğreticinin rehberliğini gerektiriyordu
Ve İsa’nın rolü de buydu. Onun öğretisini özümseyenler İsa’nın kendisi kadar ilahi olabilirdi. ( Yazımda söz ettiğim , ‘’ Kutsal ile olan bağın tesis edilmesi’’ gerektiğini iddia eden Psikiyatrlar ile de Gnostiklerin düşün -
leri de kesişiyor bu noktada ! ) .

Çok açık anlaşılacağı üzere , İreneaus’un düşmanlığının da nedeni buydu.
Çünkü , bu kişiler mistiklerdi. Mistikler her zaman kurumsal dinin öfkesini çekti . Sonuçta onlar Tanrı’nın sesini içlerinde duyuyorlardı ve bir din adamının aracılığına ihtiyaç duymuyorlardı. Bu hiç kilisenin işine gelir miydi ?






İreneaus kitabını yazmaya , bir yolculuktan dönüp Lyon ‘daki cemaat üyeleri
nin Markus adında gnostik bir vaiz tarafından yozlaştırıldığını gördüğünde başladı. Bu vaiz yeni mürütlerini irfan yoluyla ilahi güç ile doğrudan temas için teşvik ediyordu.

Yürminci yüzyılın ortalarına dek , bu tür öğretiler daha çok İreneaus gibi muhaliflerin suçlamalarıyla değerlendirildi ama 1945 ‘te Mısırlı çiftçiler Nec Hemmadi yakınlarında gömülü pişmiş topraktan bir çömlek içinde , varlığı yüzyıllardır bilinmeyen gnostik metinler buldular. Aralarında İsa’nın öğreti -
lerinin tümüyle farklı versiyonları olan - Tomas ve Filip İncilleri ile Hakikat İncili de dahil olmak üzere – bir düzineden fazla metin vardı. Ve şimdi Yahuda İncili var.

Sevil hanım , Yahuda İncili , gnostikler ve hiyerarşik bir yapıdaki kilise arasında uzun süre önce verilen savaşı açık bir biçimde yansıtıyor. İlk sahne – de İsa ‘’ sizin tanrınıza ‘’ yani dünyayı yaratan yıkıcı tanrıya dua ettikleri için Havarilere güler. Havarileri tapınaktaki ‘’ hata rahipleri ‘’ olarak nite -
lendirdiği ve ‘’ utanç verici bir biçimde benim adıma meyvesiz ağaç dikiyorlar ‘’ dediği rahiplerle karşılaştırır. ( Neredeyse kesin olarak ana gövde kiliseyi hedef alan bir gönderme ) . Havarilerine ona bakmaları ve gerçekte ne olduğunu anlamaları konusunda teşvik eder ama onlar başlarını diğer tarafa çevirir.

Anahtar niteliğindeki pasaj, İsa ‘nın Yahuda’ya ‘’ Beni giydiren kişiyi kurban edeceksin ‘’ dediği bölüm. Aslında , bu tümceden de anlaşılacağı üzere Yahuda , İsa’yı öldürerek ona iyilik yapıyor. Yahuda , İsa’yı öldürünce yani kurban edilmesini sağlayarak , onun içindeki kıvılcımın mutlak iyilik kaynağı ile bütünleşmesini sağlıyor. ( Dali ‘nin metaforunda -
ki gibi ‘’ öz ‘’ ün ‘’ ana kaynak ‘’ ‘ a ulaşmasında ‘’ merdiven ‘’ işlevi )

Ne kadar ilginç değil mi Sevil hanım ?

Bu , Yahuda İncil’i konusuna değişik açılardan bakınca ilginç şeyler aklıma geliyor. Acaba diyorum ;

‘’ Erken dönem Hristiyanları da varoluşun özündeki verili kaygıların yarattığı , bir noktada tolere edilemez sıkıntılardan kurtulmak için mi bu tarz bir inanç sistematiği geliştirdiler. ?



Hatta ek olarak şunu da düşünüyorum. Bütün tek tanrılı dinlerin vaaz ettiği öğretilerde bana göre bir handikap var. O da ; ‘’Her şeye gücü yeten , her yerde ve her zaman var olan Tanrı , dünyadaki kötülükleri niye engellemi -
yor ya da ‘’ engelleyemiyor ‘’ ? sorusu !

Sizin de bildiğiniz üzere , bu soruya ‘’ Bu dünya imtihan dünyası ‘’ vb gibi pek de ‘’ rasyonel ‘’ olmayan açıklamalar getiriliyor din teologlarınca .

Yanlış hatırlamıyorsam , bu temel soruyu Spinoza çok vurucu bir biçimde şöyle ifade etmişti .

‘’ Dünyada kötülükler devam ediyorsa ;

a-) Tanrı ‘’ iyi niyetli ‘’ fakat ‘’ güçsüz ‘’ , ( Kötülükleri engellemek
istiyor ama buna gücü
yetmiyor. )

b-) Tanrı ‘’ güçlü ‘’ ama ‘’ kötü niyetli ‘’ , ( Gücü olmasına rağmen
kötülükleri engellemek
için , bunları önlemek
istemiyor. ) ‘’


Gnostikler , işte tam bu noktada yaşadığımız kusurlu dünyanın ‘’ Mutlak Tanrı ‘’ ‘ nın değil , daha alt düzeyde bir Tanrı ‘nın eseri olduğu düşüncesini ortaya atarak , Spinoza ‘nın akıl yürütmesinde açığa çıkan gerilimi de orta -
dan kaldırdılar Yani , bana göre tabiri caiz ise varoluş kaygıları içinde kıvranan insan için kusursuz bir ‘’ psikoterapi ‘’ tedavisi sundular.

Şimdi de Sevil hanım , gnostizme bambaşka bir açıdan bakmaya çalışalım.
Ama , bu farklı pencereyi açmadan önce biraz da Kuantum Teorisi ne kısaca değinelim.

Sizin de çok iyi bildiğiniz üzere ; kuantum , atom düzeyinde hatta daha küçük parçacıkların fiziğini açıklayan bir kavram.





Felsefeyle fiziğin iç içe geçtiği bir alan olan kuantum fiziği , bir olasılıklar fiziğidir. Kuantum fiziğine göre atom nesne değil , sadece bir eğilimdir.
Yani nesneler üzerinde değil de olasılıklar üzerinde durulur ve evrendeki her şey bir kumaşın ilmekleri gibi birbiriyle ilişki içindedir.

Doğayı ve sistemi değil insanı esas alır. Bir varlığı gözlerken onun muhak -
kak bir değişime uğradığını savunur.

Yani ‘’ Bu böyledir ama bakalım neden böyledir ‘’ gibi atomaltı dünyaya inerek , oradaki gerçekliğin kendi algı dünyamızdan çok farklı olduğunu keşfeden ve evrende bağımsız tek tek nesneler olmadığını anlatarak , evren -
deki her şeyin birbirine bağlı ve birbirine özdeş olduğunu açıklayan bir bilimdir.

Hatta ‘’ hologram teorisi ‘’ ne göre , bütün var olanların tek bütünün parçaları olduğu , dolayısıyla hepsinin özlerinin ‘’ bir ‘’ ve ‘’ özdeş ‘’ olduğu , her birinin ‘’ bütünün bilgisini içinde taşıdığı ‘’ ve ona uygun bir gelişme sağlanırsa , bütünün tam görüntüsünü yansıtabileceği öne sürülmüş -
tür.

Sevil hanım ; bu bağlamda Gnostizm ile Kuantum Teorisi arasında ki paralellikler çok ilgi çekici geliyor bana ! Bu noktada da kendime şöyle bir soru sormaktan kendimi alamıyorum.

‘’ Acaba , Gnostikler Kuantum Teorisi ‘nin şifrelerine vakıf mılardı ? ‘’

Görüleceği üzere , aynı olguya biraz değişik açılardan baktığınızda çok farklı sonuçlara ulaşabiliyorsunuz. Tabii , bu durum kesinlik isteyen insan ruhu için çok rahatsız edici bir durum. Zaman zaman hatta çoğu zaman ben bazı konularda kendi tezimi çürüten anti – tezler ortaya attığımda , çevremdeki dostlarım tarafımdan ‘’ kendi kendimle çelişmekle ‘’ değerlen-
diriliyorum. Ama , yine Karl Popper ‘u hatırlarsak , ‘’ Her kuram , hiçbir yerde ve hiçbir zaman yanlışlanamadığında kesinlik kazanır ‘’ . Dolayı -
sıyla tezimi çürüten anti-tezi bizzat benim ortaya atmam çelişki değil bilakis bilimsel düşünce yöntemidir.






Zaten , Kuantum Fiziğinin en temel ilkelerinden birisi olan ‘’ belirsizlik prensibi ‘’ de eski fiziğin determinizm prensibini çürütmeye başlamıştır.
Klasik paradigmaya göre ;

‘’ Bir şey ya X dir ya da X değildir . ‘’

Kuantum Paradigmasına göre ise ;


‘’ Bir şey aynı anda hem X hem de X değildir ‘’


Yani , Kuantum teorisine göre ;


‘’ Gnostikler hem varoluşsal kaygıların yarattığı psiko – ontolojik gerginlik
lerden kurtulmak amaçlı ‘’ Yahuda İncili ‘’ ni yazmışlardır hem de Yahuda İncili , ‘’ kuantum fiziğinin şifrelerini içinde taşır ‘’ . şeklinde bir hipotez ortaya atabiliriz.

Yazımın bir bölümünde , ‘’ din uyuşturucu ile savaşta etkili bir araç olarak kullanılabilir. ‘’ mealinde bir önerme ortaya koymuştum. Sevil hanım , geçenlerde ne oldu ? Yine , eskiden bir çok uyuşturucu türünü kullanmış , yasadışı tahsilat yapmış fakat sonra dine dönüş yapıp bütün bu maddelerden ve de illegal yaşamdan uzaklaşmış bir gençle konuşuyordum . Kendisine çok açık bir soru sordum :

Ben : ‘’ Uyuşturucuyu bırakmanda ve illegal yaşantıdan uzaklaşmanda ‘’dinin ‘’ nasıl bir etkisi oldu ? ‘’

X : ‘’ Cengiz abi , ben ufak yaşlardayken annem ve babam ayrılmışlardı.
Ben de uyuşturucu kullanmaya başladım. Tabii ki bu tarz alışkanlıklar da beni illegal alemin içine itti. . Sonra ben de aşırı şüphecilik başaldı. Hatta , mesela bana birisi ‘’ merhaba ‘’ dediğinde bile bunun altında kötü bir niyet arıyordum. ‘’





Sevil hanım aslında gencin hikayesi çok uzun ama ben özetleyeyim.

X : ‘’ Vücuduma mesela sinekler konduğunda , bu sineklerin bile benim ‘’düşmanım ‘’ kişiler tarafından gönderildiğini düşünüyordum. Bir gün psikiyatriste gittim , o bana ‘’ şizofreni – psikoz ‘’ tanımını koydu ve bu olayları , uyuiturucu kullanmamın tetiklediğini söyledi . Sonra , bir gün bir rüya gördüm. Rüyamda , Hz. Muhammed ‘in korumalığını yapıyordum. Peygamberimiz bana 9 adet altın tuğra hediye etmişti. Ben , emanete hıyanet ettim ve bu tuğraları çaldım. ‘’

Sevil hanım takdir ederseniz ki genç arkadaş büyük bir suçluluk duygusu hissediyor. Ama , yine kendisinin anlatımıyla Muhammed kendisine büyük bir tolerans gösteriyor. Sonra , bu arkadaş bir gün İslam dini konusunda saygı duyulan bir kişiyi ziyarete gidiyor ve rüyasını ona anlatıyor. O kişi diyor ki ;

‘’ Hz. Peygamberimizin hiçbir zaman altınları olmadı. Burada aslında rüyanda senin onun altınlarını çalman , onun emanetine yani ‘’ namaza ‘’ karşı sorumluluğunu yerine getirmemeni simgeliyor. ‘’

Tahmin edersiniz ki bu olaydan sonra , genç arkadaş namaz kılmaya ve dini vecibelerini yerine getirmeye başlıyor. Ve de uyşturucu illetinden ve diğer illegal faaliyetleri de terk ediyor. Sevil hanım samimiyetime inanın ki bu örnek bir tekil olay değil.

Fakat diğer yandan da empati yapıyorum ve ‘’ Bu rüyayı acaba ben görsem , bu rüyanın ‘’ namaza ihanet ‘’ olarak yorumlanış biçimi konusunda ne düşünürdüm ? ‘’ diyorum.

Bunun cevabına geçmeden önce Erich Fromm ‘un bir kiatbında geçen bir olaydan söz etmek istiyorum.

Bir gün çok hasta ve yaşlı bir kadın bir rüya görür. Rüyasında yatağının baş ucunda bir canavar beklemektedir.





Kadın : ‘’ Canavar , benim canımı almak için mi bekliyorsun ? ‘’ diye canavara sorar. Canavarın kadına yanıtı çok ilginçtir .

Canavar : ‘’ Ben bilmem , bu senin rüyan ! ‘’

Anladığınız gibi mesela benim gibi , rüyayı REM ( Rapid Eye Movements ) uyku evresinde yoğunlaşan bir aktivite olarak düşünen ve de Freud’un bilinçlatı teorisi ile ilişkilendiren bir kişi , bu örnek rüyanın ‘’ namaza ihanet ‘’ olarak yorumlanmasına inanabilir mi ? Burada gelmek istediğim konu da dinin uyuşturucu ile mücadelede rutin bir yöntem olarak kullanılmasının imkansızlığı. Yani , ‘’ dinsel bir altyapı ‘’ gerekir gibime geliyor bu methodun kullanılmasında.

Sevil hanım Unodc ‘nin , Tubim ‘in çalışmalarını takip ediyorum ve de çok mutlu oluyorum.

Şimdi artık sözlerime son vereceğim. Sevil hanım inanıyorum ki yavaşlarsak , detaylara dikkat edersek yani Smoke ‘daki bilge Ogi gibi her gün dünyaya gelen Güneş ışınlarının en azından açılarının değiştiğinin bilincinde olursak evren bize zenginliklerini ve gizemlerini sunuyor.

Ben de – kısmet olur da Dali sergisini gezerken – eminim ki tablolar da Gnostizm’i , DNA ‘yı , Şaşırtan Hipotez’i , Kuantum Teorisi ‘ni ve de ülkemin Kardeleni ( Atamın soyundan Sevil Atasoy ‘u ) göreceğim.

Tabii ki sizin sayenizde !..........................................


En içten sevgi ve saygılarımla !